29 Ekim 2010 Cuma

Onuncu Gün*




Camda lekeler var. Hafta sonu yağan yağmurdan kalmış olsa gerek. Bu lekeler olmasa, alt cadde daha iyi seçilebilecek. Gösterişli yer, ışıkları gözünü alıyor insanın. Şu İstiklal Caddesi hayatıma girdi gireli ne kadar da umarsızlaştım. Camı silmek lazım…
 
Masayı toplamışsın, sağol…”

Hâlbuki masa dağınık, ne de olsa benim masam. Cam kenarında olması da, çalışırken ayrı bir dalıp gitme nedeni üstelik. Soğudum masamdan! Her zaman buruşmuş kâğıtlar, karalanmış kâğıtlar, yazısız kâğıtlar, masada hep kâğıtlar, hep bir cetvel masada, hep birkaç cetvel, hep pergel, hep çizim, hep çizim, hep çizim Sonra boş bir fincan olurdu akşamdan- gerçi son günlerde bir Kavaklıdere şişesi oluyor- ve toz var masada, cam bir parmak aralık kalmış.

Camı kapatmamışsın? Hâlbuki cam kapatılırdı normalde akşamları. Ah şu ayazı İstanbulun, alışamadım!, babam hep derdi güzelim İzmir bırakılır da gidilir mi İstanbul batağına diye Babamın bu sözleri söylediği evde kim bilir şimdi kimler oturuyor? Bayraklı, güzel yerdi Evimiz eskiydi, belki biraz da küçüktü ama iyi manzarası vardı. Bir sigara yakmak lazım

Şu aynadaki yüz Mimarlık okumak mı yıprattı beni? İstanbul mu uzattı bu sakalları? Neden sigara içiyorum ki dokuz gündür? Başım çok ağrıyor

Menkıbe Teyze seni aradı geçen, söylemiştim değil mi? Hani şu Manav kuyuda oturan…”

Ne çenesi düşük kadındı Menkıbe Teyze! Annemi arar, saatlerce kocasını çekiştirirdi. Annemle babam hayattayken   onun   evine   hiç   gidemediler. Onunla ilgili hatırladığım tek olay, bir kış gecesi geçmişti. Yanılmıyorsam sene 998 idi, tabii, liseye  yeni   başlamıştım.   Kadın   İstanbulu, anneannemi arayacağına bizim evin numarasını çevirmiş, anneannem diye annemle uzun uzun konuşmuş, annem de anneannemin ağzından kendi   kendini   çekiştirmişti.   Ne  gülmüştük! Kadıncağız kim bilir daha sonra anneannemi aradığında nasıl toparlamıştı cümleleri. Menkıbe Teyze,    anneannemin    ahizesini    en    çok eskitenlerdendi. İşte o ahize karşımda şu an ve evdeki  her şey gibi  o  da tozlu  tam  dokuz gündür

Bankadaki para suyunu çekti anneanne, senin altın dişleri satmasaydık açtık bugün.

Telefon çalıyor. Konuşacak halim yok, sen bakacaksan bak. Ne de uzun çaldı mübarek, kimse bu arayan? Bir daha çalarsa açayım bari

Alo? Yalnız mısın? Sinan’ın sesi bu, diyaloglarda hemen esas konuya girer.

Yalnızım, neden? Sinan sınıfın en sessizlerinden ve benim ender anlaşabildiğim çocuklardan biri.

Gökkuşağı’ndayım ben, çizim ödevini bitiremedim, kafam bozuk, gel takılalım biraz.
 
Sinan içerse yalnız içerdi, hele de Gökkuşağı gibi onun evine uzak bir barda ve gecenin on bir buçuğunda
Yapılacak çok iş var. Daha taslağa başlamadım bile. Evi toplamalıyım. Dersim sabahın köründe ve benim gözümden uyku akıyor. Üzgünüm..

Merakıma neden yenik düşmediğimi tam olarak bilmiyorum ama merak ve evde kalmak arasında telefonu kapattıktan sonra bile gidip geldim. Sanırım yeni bir şişe daha açma vakti

Pek uykum yok bu gece, konuşalım mı biraz? Yine cevap gelmedi. Uyudu mu ki? Anneannemin en sevdiği yemenisini ceketimin iç cebine sıkıştırdım, kaç gündür okuldayken çıkarıp çıkarıp kokluyorum. Gidip bir bakayım bari. Hala ses yok

“İyi geceler sultanım, üstünü örttüm, merak etme. Duymuyor beni, çoktan dalmış olmalı. Elleri çok üşümemiş ama benimkilere oranla daha soğuk gibi. Ellerini öpüp çektim kapısını. Bana kalan tek varlık ailemden. Ben de ona

Şu Sinan Garip çocuktu ama bu akşamki telefonundan daha garip bir olay anımsamıyorum onun hakkında. Bir daha da aramadı. Ne şaşırıyorum ki? Sinan’ın da ısrar etmesini bekleyemezdim ya! Geçen sene o beklemediği halde ona oldukça faydam dokunmuştu. Ne de olsa sıra arkadaşım Sinan. Tabii ben de karşılık beklemedim. Gelmedi de Bilemiyorum ama yine de Sinan diğerlerine oranla daha iyi gibi Bir de şu aramasının sırrını çözebilsem

Bir ses, kapı tıklanıyor. Sık rastlanan bir şey değil bu. Ara bir sokak, eski bir apartmanın tavan arası, adres sormak için çok uygunsuz bir yer. Peki, kim bu? Kapıyı açacaksam, geç açmamam   gerek.   Açmayacaksam    

Ama nasıl? Sokaktan bakınca evde ışık yandığı görülebiliyor bir kere. Anneanneme bakmalıyım, çabuk. Tam da şarabımı yeni açmışken ne bu şimdi? Saçlarını okşadım onun ve kilitledim kapısını. İyi ki de cam aralık kalmış. Yine kapı… Omzum ve dirseğim arasındaki tüylerin dikleştiğini hissettim. Koşarken ayak parmağımdaki yara yine sızlamaya başladı.

Kim o?

Ben Sinan. Niye açmıyorsun kaç saattir? Bir sorunum var, konuşmalıyız.

Artık kapıyı açıp açmama kararı vermek için çok geç bir anda olduğumu fark etmiştim. Sinan’ın gözleri doluydu, boş bir şekilde bana bakıyordu. Merakıma bu kez yenilmem ve ileri atılmamla Sinan’ın solunda merdiven başında bekleyen takım elbiseli şişman adamın bir sivil polis olduğunu anlamam çok uzun sürmedi.

Evde bir ceset gizlediğiniz tespit edildi, hem de tam dokuz gündür!

Durduğum nokta cevap verebilmeye, hatta hareket edebilmeye çok uzaktı içeriden bir kapı kırılma sesi duyduğumda

“Ölmedi o!
 
İlk kez sessiz bir çığlık atmıştım. Onun bana hep attığı gibi. Her gece eve döndüğümde, geç kaldığımı, derslerimi aksattığımı tokat gibi yüzüme vuran anneannemi yıllardır önemsemedim, anlamadım, nedenlerin farkına varamadım, o vardı, ben yokmuş gibi davrandım. Şimdi o başımın tacı dokuz gündür. Dokuz gündür o yok; ben varmış gibi davrandım. Evden çıkarken sadece iki yanımdaki polislerin farkındaydım

Yeşil yemeninin üzerindeki kan lekesini fark ettiğim günün üzerinden dokuz gün geçti. Anneanneni pek sevmezdin sen?

Oysa anneannem dokuz gündür benim bütün dünyamdı. Aslında daha önce de böyleydi de ben bunu dokuz gündür anlıyorum. Özgürlüğümü kısıtlayan, evde her akşam bana dırdır eden o çekilmez tiz sesini, monotonlaşan cümlelerini, özleyeceğim aklıma gelir miydi? Dokuz gündür o benim her şeyim

Bana iyilik mi yapmak istedin Sinan?

Susuyordu Üç altın diş, verem tedavisine yeter miydi acaba? İlla bunun mu olması gerekliydi?
Susuyordu


*Varlık Dergisi, Ocak 2005 sayısında yayınlanmıştır.

28 Ekim 2010 Perşembe

Temizlikçi*




Küçüklüğünde kar yağınca hiç üzülmez, aksine arkadaşları ve kardeşleriyle soba başında toplanıp oyun oynayabilecekleri için mutluluk duyardı. Zaten babası kış gelmeden önce Hozat'a iner, kış için gerekli olan odun-kömürü temin ederdi. Peki, şimdi? Kendi kızları neden üşüyorlardı? Üstelik büyük bir şehirdelerdi. Buna rağmen babaları neden odun-kömür alamıyordu? Bel kemiğinde sanki bir bıçak vardı...
Evlerinin olduğu sokağı güçlükle geçen Nebile Teyze, sola dönüp mahallenin manavının arka tarafnda kalan ve kendilerininki gibi iki göz olan bir evin ıslanmış tahta kapısını sağ elinin işaret parmağıyla üç kez tıklatıp önüne bakarak beklemeye koyuldu. O sırada manavdan ona bakan bir adamla göz göze geldi ama tanıyamadığı için başını başka yöne çevirmek zorunda kaldı.
"Buyur, içeri geç Nebile Hanım Teyze. Islanmışsın."
"Yok kızım. İşim acil. Bir ricam vardı." Asiye, Nebile Teyze'nin yıllardır alışveriş yaptığı manavın üçüncü karısıydı. Nebile Teyze, Asiye'nin annesinin köyden arkadaşıydı. Hatta uzaktan akrabaydılar.
"Hiç öyle şey olur mu? Gel, bir sıcak çay koyayım, için ısınır." Daha yirmili yaşlarının başında olan Asiye de annesinin tembihlediği gibi yardımsever davranmaya çalışıyordu Nebile Teyze'ye.
"Yok kızım." Nebile Teyze entarisinin eteklerinin yere değmesini engellemeye çalışırken acele ediyordu. “Temizliğe iniyorum şehre. Enişten iki aydır pra alamıyor kızım. Bir dolmuş parası verebilecek misin?” Neredeyse kızıyla aynı yaşta olan Asiye’den utanıyor, yüzüne değil yere bakıyordu, babasından çekinerek para isteyen küçük çocuklar gibi.
“Bak şimdi! Keşke dün isteseydin Nebile Teyze.” Asiye üzgün görünmeye çalışıyordu. “Dün akşam erzak aldık son paraya. Hiç kalmadı. Hiç!”
Nebile Teyze o sırada manavdan bir adamın onlara doğru yürüdüğünü fark etti. Kırlaşmaya başlamış saçları, gür bıyıkları ve her zamanki pembe gömleğiyle Manav Reşat’tı bu.
“Buyur Nebile Teyze; ne vardı?”
Asiye, Nebile Teyze’nin çekingenliğinin farknda olduğu için konuyu kendisi açıkladı. Manav Reşat cebinden çıkardığı bir beş milyonluğu Nebile Teyze’ye uzatıp, ilk karısından olma büyük oğluna Nebile Teyze’yi dolmuş durağına kadar bırakmasını tembihledi. Manavdan koşarak gelen çocuk, Nebile Teyze’nin bu yardımı ısrarla reddetmesi üzerine sevinerek dükkana geri döndü. Sarı saçlı ve uzun bacaklı oğlan Asiye’den büyük olmalydı.
“Haydi sana kolay gele Nebile Teyze. Karşıya gidiyorsan daha vereyim?” Manav Reşat, Nebile Teyze’yi sokağın sonuna kadar geçirirken, kadıncağızın gözlerinin önünde utanç ve pişmanlıktan hızla eve girip kapıyı kapatan Asiye’nin yüzü vardı.
“Yok oğlum. Erenköy’e kadar. Oradaki vergi dairesinde müdirelik yapan kadının evine gidiyorum temizliğe.”  Nebile Teyze artık yardım önerisi istemiyordu. Reşat geri döndükten sonra, karın yavaşlamasına sevinerek adımlarını sıklaştıran Nebile Teyze, boş sokaklardan geçip, dolmuşların işlediği caddeye ulaştı.
Dolmuşlar dolu geçiyordu. Başta bir önceki durağa yürümeye karar verse de, daha fazla yürürse çalışacak enerjisini de kaybedebileceğini düşündüğü için, sonradan vazgeçti. Bir dolmuşa binebildiğinde saat yedi buçuktu ve tam yirmi dakika beklemişti.
Dolmuşta en az on beş kişi vardı görebildiği kadarıyla. Arka koltuğu okul kıyafetli beş kadar genç kız doldurmuştu. Diğer insanların çoğu işlerine gidiyordu büyük olasılıkla. Belini cama yaslamaya çalıştı. Arka koltuktaki kızlardan birini kendi kızına benzetti. Yeşil gözleri ve başak sarısı saçları olan bu kız, belki de kendi kızı gibi lise son sınıfa gidiyordu. Belki de onun da iki gün içinde seksen milyon liralık sınav başvuru ücretini yatırması gerekiyordu. Ama, hayır... Kendi kızı olsa, bu yaşta bir kadına mutlaka kalkıp yer verirdi. Yorulmuştu bile. İki aydır onu eve mahkum eden şiddetli bel ağrısına şimdi bir de dolmuşun sıklıkla çalan kornasının neden olduğunu tahmin ettiği baş ağrısı eklenmişti. Beyni bir yumruk olmuş sıkılıyordu sanki.
“Şu köşede durur musun, evladım?”
Şoför cevap vermedi. Duymamış mıydı yoksa?
“Şoför bey oğlum!”
“Dur teyze, trafik var burada. İleriki köşede inersin.”
Yine yürüyecekti. Saat sekize on vardı ve önceki akşam telefonda Zerrin Hanım’ın verdiği saatte orada olması için on dakikası vardı. Kar yine hızlanmış, yürüyüşünü ağırlaştırmıştı. Geç kalmamalıydı oysa. İlk kez günlük kırk milyona çalışacaktı. Hep daha az paraya temizliğe gidiyordu. Bu kez her şeyi kusursuz yapmalıydı. Yoksa kızı Hasret, üniversiteye gidemeyecekti. O, okumalıydı. Kardeşleri değil belki ama Hasret mutlaka bir meslek sahibi olacaktı. Sağlık ocağındaki doktorların tavsiyesini dinlemeyip evden çıktığına değecekti bu iki gün. Yanından geçerken “Taze simit!” diye bağıran çocuğun sesiyle irkildi. Girmesi gereken apartmanın önündeydi.
“Tam çıkıyordum, bak çantam elimde. İki dakika sonra gelseydin kalırdın kapı önünde vallahi.”
Zerrin Hanım kapıyı açtığında, bu denli soğuk havada bile ne denli şık giyinilebileceğinin emsali gibi dururken, içeriye girmeye çalışan Nebile Teyze’ye değmemeye çalıştı.
“Kızımın odasına dokunmayacaksın.” Özel üniversitede olup da iki yıldır sınıfta kalan kızından bahsediyordu. Nebile Teyze bu kızla ne zaman konuşmaya çalışsa terslenmiş, hatta bazen aşağılanmıştı bile. “Camlar da geçen seferki gibi olmasın.” Ellerini hızla hareket ettirerek konuştukça Zerrin Hanım’ın uzun küpeleri parlıyordu. Renkli taşlar vardı küpelerinde. Zerrin Hanım, konuşurken Nebile Teyze’nin yüzüne bakmıyordu.
Öğleye doğru Nebile Teyze, karnının açlığını buzdolabında bulduğu peynir ve domatesle yatıştırmaya çalışırken, bel ağrısı dayanılmaz bir hal almıştı. O gün koridor, mutfak ve banyoyu temizleyecekti, ertesi gün de odalar ve salonu. Bu iki gün her şeyin yolunda gitmesi için sürekli dua ediyordu Nebile Teyze. Karnını doyurduktan sonra baş ağrısı biraz hafiflmişti.
Öğleden sonra halâ mutfaktaydı. Oysa bu vakte dek çoktan mutfak temizliğini bitirip, banyodaki küveti ovmaya başlamış olması gerekiyordu. Saate baktı. Zerrin Hanım’ın gelmesine iki saat vardı. Mutfak dolaplarının hepsi tertemiz olmuştu. Acaba Zerrin Hanım bu dolapların içindeki onca yemek takımını kullanıyor muydu? Kızlarına ayrı tabakta yemek verebilmeyi o kadar isterdi ki... Belinde ince bir sızı daha hissetti. Doğrulamadı.
Kül rengi bulutların altında buldu sonra kendini. Dere başındaydı. Dağlardan inen rüzgâr güzü hissettiriyordu. Paçalarını sıvayıp birkaç adım yürüdü dereye. Genç kızlığının saflığı üşüyordu ayak bileklerinde. Dereden çıkıp, örttü bacaklarını. Başını çevirip yukarı, yola baktı. Gelen geçen yoktu. Üç-beş yorgun serçe dallarda dinleniyordu. Nebile de onları izlemekten kendini alamadı. Bir türkü duydu sonra bilmediği bir yerden, daha önce hiç duymadığı bir sesten.
“Bir sandığım vardı sırmadan telden
Bir çift yavrum vardı tomurcuk gülden...”
Ağladı. Büyük şehre gitmek istemiyordu.
...
Nebile Teyze uyandığında, gözleri ıslaktı. Kendine kızarak sildi gözyaşlarını. Hasret... Aklına hemen kızı geldi salonun cilalı parkelerine küçük terlikleriyle basarken.
Tuvaleti deterjanlarken ellerine sinen kokunun ağzını ve burnunu kaşındırdığını hissetti. Eve gidip yemeği hazırladıktan sonra hemen yatacaktı. Bel ağrısı dayanılır gibi değildi. Böylesi acil bir durum olmasaydı asla evden çıkmazdı. “Kesintisiz istirahat” demişti ısrarla Doktor Necmi Bey. Nasıl dinlensin? Nasıl? Çatlamış ellerinde çizik çizik izleri eskimiş senelerin. Başını kaldırdı.
Banyoda bir kez daha hatırladı yorulduğunu. Duvara yaslandı. Yorulmamalıydı. Kulağında bir ses:
“Nasıl ayrılayım gül yüzlü yârdan”
...
Fayanslar parlıyordu. Banyoda her şey tam ve yerli yerindeydi. Zerrin Hanım’ın bakım malzemeleri, kremleri, çeşit çeşit şampuanları, kocasının traş takımları ve losyonları. Bazı eşyalarınsa neye yaradığını bilmiyordu Nebile Teyze. Eliyle başörtüsünün iki yanını düzeltip devam etti. Geç oluyordu.
Zerrin Hanım gelmesi gereken saatten yarım saat sonra, akşamüzeri beşte evin kapısını açtığında, Nebile Teyze sol eli belinin arkasında, bir bez tutan sağ eli lavabonun üzerindeki geniş aynada ve yüzü ağlamaklı bir halde ayakta duruyordu. Tahmininden çok daha fazla yorulmuş olmasına rağmen, çalışarak geçireceği iki günün neredeyse yarısına gelmiş olmasına seviniyordu.
“Biraz çabuk olursanız? Birazdan misafirlerim gelecek.” Evine üşümüş bir halde gelen Zerrin Hanım’ın burnunun ucu kıpkırmızıydı. Mutfaktaki birkaç tabağın yer değiştirmiş olmasından şikayet etmekle birlikte, daha öncekilere kıyasla çok daha az eleştirmişti o günkü temizliği. Zerrin Hanım bir kez daha çabuk olması gerektiğini hatırlattıktan sonra, salon tarafına geçmesini istemediğini söyleyip hızla arkasını döndü.
“Hoş geldiniz şekerim”
“Zerrin’ciğim pek şıkız bugün!”
“Yok canım, ne şıklığı Allah aşkına!”
Nebile Teyze içeride sohbete başlamış olan üç kadının neredeyse avizeleri şıngırdatacak şiddetle kahkahalarını duydukça seviniyor, belki Zerrin Hanım kırk milyondan fazla verir diye düşünüyordu. Keyfi yerinde olan Zerrin Hanım, belki misafirlerinin önünde hoş bir cömertlik sergileyecekti.
Nebile Teyze terliklerini şıkırdatmamadan yürümeye çalışarak koridora gelip, oradaki aynaya bakarak başörtüsünü düzeltti. İşi bitmişti. Bu yüzden bel kemiğini kesiliyormuşçasına acıtan şiddetli ağrıyı bile hissetmiyordu sanki. Fısıldaşmalar duydu.
“Ama haklı değil miyim Şerife’ciğim? Baksana, kadın halâ bitiremedi işini!”
“Ne diyeyim hayatım? Karar senin kararın.”
“Hem bu gelen kız daha yirmisinde bile değil. Bu kadından daha fazla çalışır, daha hızlı çalışır. Bakalım, yarın o gelecek. Neydi adı, unuttum. Kaç saat yalvardı kızcağız. Kocası benim yerimi biliyormuş, nereden duyduysa...”
“Peki, nasıl söyleyeceksin? Kadıncağız üzülür ayol. Yaşlı da...”
“Aman ne kadar üzülecek? Ne de olsa bir temizlikçi!”
Kapı o kadar usulca çekilmişti ki, duymadılar.
“Adı sanırım Asiye’ydi.”


*İşçi Öyküleri – Kadın İşçiler adlı kitapta yayınlandı. Hazırlayan Tuncer Uçarol, Genel-İş Yayınları, Ankara, Ocak 2007

27 Ekim 2010 Çarşamba

Vur Yüzüme

 
"korkmuyorum" korkmamalıym demenin, demek istemenin başka bir yoludur.
ellerimi bağladın artık. gözyaşlarımı kutsadın, karanlığı verdin.
karanlığım ben artık, farklı değilim "artık senden gece".
ellerimi bağladın, ellerimde aydınlıklar büyüttüm avucundaki karanlık çizgiler adına.
dedim ki üzerime çarpan ışığa "korkmuyorum ben hiç," ben mi, ben dışında kalan her şey mi "karanlık"?
çok mu umrumda sandın? eller kurumaz mı sandın? kır çiçeği bihaber mi sandın olana bitene?
karanlık yoktur. fark etmez artık fazla. "üzerime gel istersen sar beni", nasılsa "ben kaçıp gitmem"... karanlıktan korkarlar, karanlık korkmaz mı bu gerçekten?
karanlık yorulmaz mı korkulmaktan?
yeter der, "korkmuyorum artık senden yalnızlık"... karanlık yalnızdır.

gözyaşlarımı kutsayıp attın, kutsal bir yağmur bulutuyum şimdi, işte bu yüzden "korkmuyorum hiç", bu yüzden "korkmuyorum", nolacaksa olsun, "yüreğime vur istersen", istersen içimi donat yalnızlık kırıklarıyla ya da boşalt onları, duvarıma anlamsız çizikler at, kanat taşları, burdayım artık ben, "kalmadı hiç kaçıp gitmem"... ben sabitim yağmur, sensin üzerime gelen, karanlık, sensin içimden gelen, sen duvar, sen bulut, yağmur sen, "sokaklarda yanımda dolaşan yağmur", sen, "gecelerini başucumda duran yağmur" avucumdaki aydınlıkları batırdım geceye, "avucumda ellerin yerine yağmur," gel, "vur yüzüme... vur yüzüme..." saçlarımı boyadım geceyle, "saçlarımda nefesin yerine yağmur", gece ıslak, gece siyah, gece ağladı dudağımda, "dudağımda dudağın yerine yağmur", gel yağmur, "gökyüzünden çaresizliğimi yağmur vur yüzüme hadi! vur yüzüme!

daha hızlı yağmur..." içimde, içime ya da geceye hep "yağ yağmur"... bellediğim tüm yalnızlıklar için, yattığım tüm karanlıklar için "ağlar gibi", varsın gibi, burda yakınlardasın gibi, geleceksin gibi gelmeyeceğini söyle sonra "yağmur", sonra "vur yüzüme, durma vur yüzüme! yağmur..." şimdi, "çok üzgünüm, çok üzgün yağmur!"

karanlıktan başka "kaybedecek neyim kaldı, ne kaldı yağmur!!"-

21 Ekim 2010 Perşembe

Duyumsayayazmak




Yazmak istediğimi yazmıyorum. Sadece bir elin ne kadar soğuk olabileceğinden bahsetmek istiyorum ya da bir saç telinin ne kadar sıcak. Yazmak istediğimi yazmıyorum. Çünkü böyle olması gerekiyor. Çünkü bunu sokak köpekleri söylüyor. Sokak köpekleri, yağmur yağdığında daha sert basıyor toprağa. tüyleri seyreliyor, ağızları açılmıyor. Aslında bunu anlatmak için bize. Yazmamız gerekeni yazmamamız için.

Ben de öyle yapıyorum. aklıma geliyor, bir şiir söylüyorum, şairini bilmediğim. Aklıma geliyor, bir yazı yazıyorum, yazanını bilmediğim. Bir mektup yazacak oluyorum, aklıma gelmiyor. Ya da bir kâğıt aklıma geliyor, bir kalem bulamıyorum. böyle olur hep. Kirlenmek istediğinde kirlenip, temizlenmek istediğinde yine kirlenirsin. Ama ben yazmak istediğimi yazmayacaktım. Sokak köpeklerini anlatacaktım ya da sadece bir elin ne kadar soğuk olabileceğini. Böyle olur hep. Uğuldar gibi bir sessizlik, tatsızlığı tadarsın. HEP.

Mesela, yağmur yağdığında sokak köpekleri, mesela ben, yağmur yağdığında hep farklı bir hava duyumsarım dudaklarımda. Dudaklarımda duyumsarım en çok. Dudaklarımla duyumsarım. hangisi doğruysa artık. Mesela, bundan bir hafta önce, ya da iki hafta, ne fark eder, bir yağmur duyumsaması için sokağa çıkmıştım. Geceydi. Çok geceydi. Temizlenmek gibi bir niyetim de yoktu üstelik. Gece pek temiz olmuyor sokak. Her adımımın sesinde irkilecek kadar sessiz, her saç telim ürperecek kadar soğuk, ellerim uyuşacak kadar hissiz bir vakitti. Bir de boşluk. İşte bir de bu boşluğu yazacağım. Yazmak istediğimi değil. Çünkü böyle olması gerekiyor. Hemen oracıkta bir boşluk kıvrılıveriyor gecelere ne zaman sokağa çıksam. Elim boş, dolu, ne fark eder. Bir şeyler fark edecekse eğer, bu ellerimin uyuşmuş olması. Her adımımın sesinde irkilecek kadar sessiz adımlarken adımımın gölgesini ben basmadan asfalta haber eden beyaz sokak lambalarının altında, belki sokakta rüzgâr esiyor, belki, en yakın evde bir orospu sevişiyor bir orospu çocuğuyla, belki orası bir evden öte, bir yalnızlıkhane diyelim, hani olur ya insanlar dokundukça yalnızlaşırlar, dokunmadıkça boşlaşmaktan bıkıp, ta ki yalnızlaşılmayan dokunuşlar keşfedip dokunulacak tek bir zerrelerinin kalmadığını fark edene dek. Belki bu herkes için geçerli değil. Belki kimse için değil. Belki sadece uydurdum ben. Dedim ya zaten, yazmak istediğimi yazmıyorum. BÖYLE OLUR HEP.

Yalnızlıkhane, hoşbeşhane, koşkoşhane, oturkalkhane, oturyathane, yatyathanelerin arasında ilerlerken, ya da ben ilerlediğimi düşünürken sadece, yağmur yağmıyordu. Hava da tüm yıldızların uçkurunu gösterircesi açıktı. Banka oturdum. Bir sigara yaktım. Bu noktalarda klasik anlatım tarzlarına başvurmam, o noktalarda herhangi bir duyu algılamamdan ya da hiç düşünmememden değil, zaten düşünmesem o an, şu an yazmak istediğimi yazardım. Bu sadece, olay örgüsünü netleştirmeyi istememden. Yani benden. Sigaranın dumanı dalgalanmayacak kadar pürüzsüz yer çekiminin aksine giderken, ben, bu rüzgârsızlıktan habersiz düşünüyordum. Ne düşündüğüm çok da önemli değil. belki sokak köpekleri, belki uğuldar gibi bir sessizlik. Bank, normal insan kalçasına sahip üç kişinin rahatlıkla oturabileceği büyüklükteydi. Bu noktada “normal insan kalçası” veya “rahatlıkla oturabilmek” kavramları açıklık getirilmeyi beklese de, konu bu değil. konu, yazmak istediğimi yazmadığım ya da benim o bankta rahatlıkla değil de yanımda normal insan kalçasına sahip üç kişi varmış gibi sıkışarak oturmam. Tam olarak böyle oldu. sonra sigaradan bir nefes daha, sonra sekiz nefes daha ve sonra bankta yalnız olmadığımı fark edişim. Sözünü ettiğim yalnız olmamak, farazi üç normal insan kalçasının getirdiği bir kalabalık değil, yanımda dipdiri oturan etten kemikten kıyafetten ve daha aklıma gelmeyen pek çok somut veya somut araçtan oluşmuş bir insanın oturuyor oluşuyla ilgili. Bir insan. Erkek. Benim gibi. bir insan ve bir erkek olması benim gibilik ölçütünün hangi basamağında yer alıyor bilemem. Hatta buna çok da katılmıyorum aslında. Bence bir sokak köpeği o bir insan ve bir erkekten daha fazla sahip olabilir benim gibiliğe ya da bir boşluk, kıvrılıveren geceye. Ama konu bu değil. konu, bir elin ne kadar soğuk olabileceğini öğrenmek sadece. Belki o gece de amacım buydu ve bu yüzden şaşmamıştım gecenin en insansız saatinde, üç farazi insan kalçasını saymazsak, dakikalardır yalnız oturduğum banka, en ufak bir insan ya da dünyevi ses çıkarmadan ve varlığını bana belli etmeden gelip dipdiri oturabilen erkekinsanın yanımda olmasına. bu yüzden onunla konuşmadım. Konuşacağım da yoktu. Ama biliyordum, o konuşacaktı. O gece biz orada, o bankta, o adını bilmediğim, benden bir hayli kalın ve fazla giyimli, kahverengi giyimli, traşsız suratlı, kırışık alınlı, kır beyazı saçlı bu erkekinsanla konuşacaktık. Ama o başlayacaktı. Benim konuşasım olsaydı, odada kalırdım. Odada yalnızlıkla konuşurdum ağzımı kıpırdatma zahmetine katlanmadan üstelik. Ne kadar az kelime, o kadar iyi edebiyat. Odamı sigara dumanıyla edebiyata boyadım. Ama bunu o adama anlatamazdım. Bu yüzden konuşmayacaktım. Zaten konu bu değil. Konu, yazmak istediğimi yazmamam. Yazmak istediğimi yazmıyorum. Sadece bir elin ne kadar soğuk olabileceğinden bahsetmek istiyorum ya da bir saç telinin ne kadar sıcak. Yazmak istediğimi yazmıyorum. çünkü böyle olması gerekiyor. Çünkü bunu sokak köpekleri söylüyor. Ben de öyle yapıyorum. Aklıma geliyor bir öykü uyduruyorum, kahramanını bilmediğim. Aklıma geliyor bir yazı yazıyorum, konusunu bilmediğim. Bir yazı yazacak oluyorum konusunu bildiğim, aklıma gelmiyor. Bunu da o adama anlatamazdım. Zaten o da konuşmuyordu. İkinci sigaramı yakacak olduğumda bana ateşini uzattı. Bir yalnızlıkhaneden ya da bir oturkalkhaneden ya da bir yatmamacahaneden geldiğini o anda anladım. Eğer bir hoşbeşhaneden geliyor olsaydı mesela, ilk girişimi sessiz bir hareket değil, bir söz, bir seslenti olurdu ya da bu sadece benim düşüncem. Ama adamın sadece benim düşüncem olmadığına emindim. Bu konuda bir şüphem varsa, onun çakmağı benim sigaramı yaktığı anda bitmişti. İlk olarak “ateş”, şimdi “çakmak” kavramlarını kullanmam da adamın varlığını giderek somutlaştırmam içindi. Gerisini somut olmayan varlıklar düşünsün. Düşünebiliyorsa tabi onlar. Ama konu bu değil. Konu, benim aklıma geldiğinde tek bir kelimesini bile bilmediğim bir şiir söylemem. Hayır, bu da değildi. Ben yazmak istediğimi yazmayacaktım. Yazmıyorum da zaten. Adamdan bahsediyorum. O gece konuşacağımdan emin olduğum adamdan. Kaldı ki kaynağı onun çakmağı olan ateşin dumanı ciğerlerime –soyuttan somuta, somuttan somuta- varmıştı. Çevremizde pek de yeşil sayılmayan ağaçlar ve çoğunun yatyathaneler olduğunu düşündüğüm hanelerden başka pek de bir şey yoktu. En azından somut olarak. Biz vardık. Onunla ben bir cümlede birinci çoğul anlatımlı ve üç harfli bir özneye sığabilecek denli yakın, birbirine yakın olmayan ve dokunma mesafelerinden kaçarken sevişen insanları anlatmak için kullanılan o kelime kadar dört harfliydik. Aramızda geçecek ilk kelime kaç harfli olursa olsun. Belki de hiç Dostoyevski okumamıştı, belki Puşkin’in adını bile duymamıştı, ama bana yakındı. Bölme işlemlerinden arda kalan bölmesindeki sayılar gibi oturuyorduk. Kendimi anlatmıyorum. “Biz”dik. Çünkü yazmak istediğimi yazmıyorum. Belki bana hayatla ilgili bir soru soracaktı. Hayatla ilgili olmayan bir soru olmadığından olabilir mi? Belki soru sormayacaktı. Belki bana bir sokak köpeği kadar benzemediğinin bile farkındaydı. Belki gitmeliydi. Belki gelerek bile yanlış yapmıştı. Bu sadece öyle olması gerektiği için yaşanmıştı en klasik ağzın lafı gibi. Peki bu gerekliliği kim belirlemişti? Buna cevap vermezler. Gereksiz yere yaşantılardan kopan bir boşluk, geceye kıvrılan. Konu tam olarak bu. Yani, bir elin ne kadar soğuk olabileceği. Her şeyi rüzgârda üç dakika bekletip ne denli dayanabildiğine bakmak lazım belki. Rüzgâra kendini ne kadar salarsa o kadar çürük olan insanlardan kaçamadan yaşayıp rüzgâra tüküren insanlardandım belki. Belki bu da benim uydurmam. Çünkü böyle olur hep. Sokak köpekleri söyler ben yazarım. Aklıma gelir, yazamam. Aklıma gelir, unuturum. Belki bu yüzden yazmak istediğimi yazmıyorum. Belki onun soracağı soruya cevap hazırlıyorum. Belki de “belki”ler çoğaldığında susmak ve hiçbir şey yapmadan beklemek lazım. Beklemek. Belki ölene dek beklemek. belki ölmek. Ama ben bunu yapamıyorum. Çünkü böyle yapmamam gerekiyor. Bu gerekliliği kim mi sağlıyor? Dedim ya, sokak köpekleri. Bu yüzden yazıyorum aklıma gelmeyeni.

Kıpırdadı. Eğilip dirseklerini dizlerine yakın bir noktaya yasladı. Bana hiç bakmadı. Gözlerini hiç görmedim. İşte tam o anda onda gördüğüm bir renk düşüncelerimi düğümledi. Çözülmeleri belki üç saniyemi aldı. Hiç böyle olmamıştı. Düğümlenmeler hep anlıktı, boşluklar kalıcı. Konu bu. Boşluklardan alıkonduğum üç saniyede ne oldu bilmiyorum. Çözülmenin ardından onun yarısı görünen avuç içlerine tekrar baktım. Sol avuç içiydi. Benden tarafa olan eli. İki göz kırpması arasında geçen süreyi mümkün olduğunca uzatmıştı kaslarım. Avcunda kan vardı. Gördüğüm renk kırmızı, bakışlarım siyahtı. İki rengin birbirine neden yakıştığını anladığın anda damağında bir tat duyarsın anlık. O an bile geçmişti. Kan, kuru değil, aksine çok canlıydı. Rüzgâr olsa ya da ne bileyim, elini az oynatsa kan kıpırdayacaktı. Peki, bu kimin kanıydı? Ellerinin kuruluğuna inat boşalan onun kanıysa eğer kanayan hangi teniydi? Elleri ve başı hariç görünen bir yeri de yoktu. Ama emindim, kan elinden gelmiyordu. Elinde bir kesik, bir açıklık, bir boşluk –konu bu- yoktu. Eğer yazmak istediğimi yazıyor olsaydım, tam da burada konuyu değiştirirdim. Çünkü kan, üzerine konuşulacak kadar ucuz bir varlık değil. Hatta ondan gelişigüzel konuşulmasına katlanamıyorum. Diyorum ya, alacakaranlık, diyor ya Camus, diyorum ya sadece giden yolun geçtiği yer bu karanlık. Hayır, halen yazmak istediklerimi yazmıyorum. Adamın elindeki kanı yazıyorum. Kan nasıl yazılırsa. Kana bakıp duruyorum. Kan, adamın kanı olmayabilir. Şeytan diyor ki, hangi erkekinsanın üzerinde başkasının kanı yok ki? Ben de yok diyorum. Bir kadıninsanın kanını görmüşsem eğer bu kan o istemeden akan bir kan oldu. Bir kadıninsanın akmasından mutlu olacağı  belki de genel anlamda tek kanamayı ben olmadan yaşaması boğuşuyor benle saçlarımın üşümesinde. Ama konu bu değil. şeytana sus diyorum. Hayır, kan sembolik değil. Gerçek, kırmızı, sıvı, somut kan. Sembolik değil. Dedim ya, yazmak istediğimi yazmıyorum. Hem konu bu değil. Belki bir katille aynı bankta oturuyorum. Belki polis onu arıyor. Belki bir cinayetten haberi olan ilk kişiyim. Daha da ötesi, belki bir katille “biz” olacak kadar üç harfli, bölme işleminin kalanhanesini paylaşacak kadar yakın oldum. Belki öldürdüğü insan hala sıcak. Belki de öldürdüğü insanlar. Belki de böyle bir şey yok. Hep yaptığım gibi, uyduruyorum ben. Uyduruyorum demişken, o anda hissettiğim konuyla bir o kadar ilgisiz ve bir o kadar da kaynağını sadece bu konudan alan bir gerçekle ürperdim. Korkmuyordum. Gecenin en insansız vaktinde bir katil olasılığı aday adaylığı tarafımca onaylanmış eli kanlı bir erkekinsanla oturmaktan korkmuyordum. Sadece ürperiyordum. Bu korkmaktan bambaşka bir duyu. Ürpermek. Boşlukta ürpermek. Hep öyle olur ya da sokak köpekleri, hem de bana en benzeyenleri, böyle diyor. Hep. Çünkü ben yazmak istediğimi yazmıyorum. Sadece bir elin ne kadar soğuk olabileceğinden bahsetmek istiyorum ya da bir saç telinin ne kadar sıcak. Yazmak istediğimi yazmıyorum. Çünkü böyle olması gerekiyor. Çünkü bunu sokak köpekleri söylüyor. Ben de öyle yapıyorum. Aklıma geliyor, ürperiyorum. Bazen de ürperiyorum, aklıma hiçbir şey gelmiyor. Anlıyorum ki saç tellerim üşüyor ya bu kan onunsa? Onu kanatan kendi mi? Başka biri mi? Evet, somut olarak kanatmaktan bahsediyorum. Çünkü kanı görüyorum. Kan, nerede olursa olsun, bir canlıya aittir ve bu kanın tenin altında değil de tenin üzerinde olması ya da o tenden ayrı bir yerlerde olması o canlının acı çekmiş olduğuna işarettir. Bunun, bu acının her zaman somut olup olmadığından emin değilim. Kaldı ki eğer kanayan ya da kanamış olan oysa kanatma eylemini kendi gerçekleştirmiş olabilir, başkası gerçekleştirmiş olabilir ya da kendi kendini kanatmasını başkası sağlamış olabilir. bütün bunları düşünmem ve kanı görmem arasında geçen süre neredeyse toplamda sekiz saniyeyi buluyor ve bu sekiz saniye boyunca ürperti devam ediyor.

Aramızda geçen ilk kelime adım oluyor.

Bu noktada önemli olan da adımı söyleyenin kim olduğu. Ben mi, yoksa o mu? Eğer adımı söyleyen ben isem devreye mantıksızlık giriyor. Ya deliriyorum ya da bunu yapmamın mantıksal bir açıklamasını bulamayacak kadar kıvrılmışım gecenin boşluğuna. Ama konu bu değil. Bundan daha vahim bir olasılık var. Adımı onun söylemesi.

Doğru duyup duymamış olmanın tereddütüne düşmek genelde sözde kalan bir eylem. beş duyuya güvenilir diğerlerinin aksine. Duymuştum ve duyduğumdan emindim. En az bildiklerimden emin olmadığım kadar, diyebilirdim bir önceki cümlede, iki önceki cümlede sunduğum genelemeye dayanarak. Ama demedim. Demeyeceğim de.

Konu bu değil.

Bildiklerime ondan duyduğumda inanmam konu. Yere attığım ilk sigara izmaritinde de kan var. İkincide de var belki ben görmüyorum. Görmediğim için de inanmıyorum. O anda inandığım bir duyu varsa o da kıyafetlerimde kan oluşu.

Banktan kalkıyorum. Önüme bakarak ilerliyorum. Bu kez adımlarımın gölgesinin habercisi olan beyaz sokak lambaları önemli değil. Karanlık ve gece ön planda. Bu yüzden çok yakışıyor siyah kırmızıya. Gece kana. Meğer geldiğim yola üç damla kan bırakmışım. Ellerimi de üstüme silmişim üstelik.

Bıçağı cebimden çıkarıyorum. Bir dahaki yağmur duyumsaması için sokağa çıktığımda yağmur yağıyor olsun diyorum dudaklarımda sigara dumanın yer çekimi aksine ilerleyişini ve geri dönülmezlikleri ve değer olamamayı, anlaşılmaya, nefes almaya ve hatta ölmeye bile değer olmamayı duyumsarken ya da dudaklarımla duyumsarken. hangisi doğruysa artık.

Konu bu değil. Konu, arkama baktığımda bankın boş olması.

Konu, arkama bakmam.

Bir daha arkama bakmayacağım diyorum. Bir daha konunun dışına çıkmayacağım en azından. Hangisi olursa artık. Aklıma geliyor, gidiyor. Sembollerden ibaret kalıyorum. Ben sadece bir elin ne kadar soğuk olabileceğinden bahsettim ya da bir saç telinin ne kadar sıcak. BUNLAR YAZMAK İSTEDİKLERİM DEĞİL.