2 Mayıs 2011 Pazartesi

Tutunamayanlar'dan Alıntılar


“çıkar üstündekileri. kurtul bu düzenden. olmaz. çırılçıplak kalırım sonra. tutunacak bir yer bulamam sonra. düşünceler göklere yükseliyor, fakat vücut toprağa bağlı. tek tek koparılması kolay olan milyonlarca iplikle bağlı.”


“düşüncenin kendisidir, kâğıt üstündeki çarpık gölgesi değil.”

“ölümü bilerek yaşamak istiyorum. yaşamın anlamını bilmek için, ölümün anlamının karanlıkta kalmasını istemiyorum.”

“bana kitap kurdu, boş hayaller kumkuması, hayatın cılız gölgesi gibi sıfatlar yakıştırılabilir. şövalye romanları okuya okuya kendini şövalye sanan don kişot’a benzetebilirsiniz beni. yalnız onunla bir fark var aramda: ben kendimi don kişot sanıyorum.”

“hayatım, hayatımın romanıdır.”

“sen bir saksı çiçeğisin. yapraklarını birbirine sürterek varlığını duyamazsın. bir ormanda olmalıydın. ölünceye kadar yerinden kımıldamayacağını bilen bir ağacın rahatlığını duymalıydın.”

“ben iç dünyama dönüyorum. orada hayal kırıklığına yer yok.”

“yaşamamaktan yoruldum”

“sonunda hepimizi kurt kaptı tabi. insan taklidi yaptığımız için, kurtlar bizi adam sandı.”

“benimle yaşanmazmış. ne biliyorsunuz? ben kendimle bile yaşayamamışım.”

“seni tanımadan önce ağaçların çiçek açtığı ve yaprak döktüğü mevsimleri hep kaçırırdım derdi resim yapmayı sevdiğim halde denizin mavisini bilmezdim yaprağın yeşilinin her mevsimde değiştiğine dikkat etmemiştim..."

“bana kafamdaki bütün güzellikleri birleştirmek için bildiğim bütün güzellikleri seninle yaşayabilmek için neler verdiğini bir bilsen. bunu başarabilecek miyim? bütün okuduklarımı, düşündüklerimi, hissettiklerimi anlatmalıyım, onların senin gözlerindeki yansımalarını bilmeliyim. evet kendime hesap sormalıyım, evet geçmişte tek başıma güzelliğini hissedemediğim, hayır belki bildiğim fakat ifade edemediğim bütün yaşantımın içindeki birikimleri seninle, senin güzelliğinle birleştirmeliyim, evet onlarında bir hikmeti vardı, onlar da senin dışında yaşanmış değildi, her şeyin birden bire anlam kazanmasının büyüsünü sezmeliyim...”

“hayatım, ciddiye alınmasını istediğim bir oyundu.”

“bir arada olmanın kaçınılmazlığından başka bir neden yok muydu bizi yakınlaştıran?”

“hecenin çarmıhına çivilenmiş ellerim”

“büyümek, yalnız tutunanlara gerekli”

“küçüktüm ufacıktım, gerçeklere acıktım. efendim? gerçekler, mideme oturdu.”                        

“bat dünya bat! talih! iki gözün kör olsun da piyango bileti sat!”

“oysa mesela Selim Işık
anlatmadan anlaşılmaya aşık
yaklaşmaz hiçbir güzellik,
doğduğu günden beri kalbinde bir delik,
almak için bütün sızıları içine”

"önce kelime vardı, diye başlıyor yohanna'ya göre incil. kelimeden önce de yalnızlık vardı ve kelimeden sonra da var olmaya devam etti. yalnızlık, kelimenin bittiği yerde başladı. kelime söylenemeden önce başladı. kelimeler yalnızlığı unutturdu ve yalnızlık kelimeyle birlikte yaşadı insanın içinde. kelimeler yalnızlığı anlattı ve yalnızlığın içinde eriyip kayboldu. yalnız kelimeler acıyı dindirdi. ve kelimeler insanın aklına geldikçe yalnızlık büyüdü, dayanılmaz oldu. "

“bekleriz bir dahaki sefere. geliriz dedik ya uzatmayın. bir daha otele inmek yok. olur: uçakla direk size ineriz. binayı başınıza yıkarız. bir dahaki gelişinizde doğru bize inin. darılırız.”

 “size sözümün eri olduğumu nasıl anlatsam? biletçi dediğim zaman biletçi, reisicumhurbaşkanı dediğim zaman da reisicumhurbaşkanı demek istediğimi, yalnız onu dediğimi, başka hiçbir şey kastetmediğimi belirtmenin hiçbir yolu yok mu? yeni bir dilbilgisi kitabı çıktı mı bugünlerde? öznenin, yüklemin filan başka bir düzen içinde yerleştirilmesini sağlayarak beni istediğim anlama kavuşturacak böyle bir kitap. ne diyorlarsa, yalnız onu demek isteyenler için geliştirilmiş düşünce ve ifade kuralları ne zaman bulunacak?”

“büyük kelimelerden her zaman kaçındı ve büyük kelimeler kullandığını gördü. küçük kelimeleri kendine yakıştıramadı; oysa küçük kelimelerle suçlandı ve kendini küçük kelimelerle savundu.”

“bütün büyük bireyler yalnızdır”

“tarih, geçmişten geleceğe uzanan, bugün gördüğümüz bir rüyadır”

"...beni yıkın artık günseli derdi üstünüze çökmeden yıkın beni yerime cam mozaik cepheli bir apartman yaptırırsınız size iki daire on bin lira da para verirler geçinir gidersiniz çok beklemeyin sonra üstümden yol geçirirler belediyeden metelik alamazsınız fena mı iki daire birinde oturursunuz birini kiraya verirsiniz üst katımda oturun alt katımı kiraya verin sağlığımda bir işe yaramadım hiç olmazsa enkazımdan birşeyler kazanırsınız eski ahşap bir ev olmak hoşuma giderdi yıkıcıya veririsiniz kalıntılarımı derdi oradan da birkaç kuruş geçer elinize adamlar gelirler kapılarımı camlarımı tahtalarımı birer birer sökerler tuğlalarım bile işe yarar işe yaramayan kısımlarımı da bir kamyona koyar götürürler o kısımlarım bile bir işe yarar bir çukuru doldurur sonra bir dozer gelir bir düzeltir al sana yeni bir arsa sağlığımda iyi kötü tarafalarımı yıkıcıların yaptığı gibi ayıklayabilseydim belki içimde oturulabilirdi fakat masrafa değmez hangi tarafımı tamir ettireceksiniz yıkıp yeniden yapmak daha ucuza gelir bununla birlikte hanımefendiciğim bende oturmanızdan çok memnundum müddei hayatımda nice baharlar gördüm en güzeli geçen bahardı seninle geçirdiğim bahar yaşamanın tabiat içinde meydana gelen bir olay olduğunu bana yeşil rengin gözünüzdeki yansımaları haber verdi..."


"... beni odama kapanmış kendimi duvardan duvara atarken düşünmeni istemiyorum böyle bir durum yok beni unutmanı istediğim halde bunu yapamayacaksan beni güzel bir durumda düşünmeni isterim onun için beni hiç görme ne demek istediğimi anlıyorsun herhalde senin için daima güzel ve bozulmamış bir bütünlük içinde kalmak istiyorum gereksiz ayrıntıların aklındaki resmi bozmasına razı değilim kötü hatıralar insanın aklından kelime olarak çıksalar bile görüntü olarak kalırlar..."

1 Ocak 2011 Cumartesi

Uyku

hani diyelim yokum
camı aç
rüzgarın kanadında görürsün
bir ter tanemi 
sensiz rüyamdan uyanınca akmış

kapıyı aç
yağmur yağmışsa yeni
toprak kokusuyla dolarım içeri

bir sigara yakınca
belki 
küllüğe düşen gri renk olurum
uyurum sigara sıcaklığında

ya da su iç bir bardak
sevgim de suyun gibi
içinin şeklini alabilir

hani diyelim yokum
kapa gözünü
göz kapaklarının altına çizilmiş resim olurum

22 Aralık 2010 Çarşamba

The Highwayman



The wind was a torrent of darkness among the gusty trees
The moon was a ghostly galleon tossed upon the cloudy seas
The road was a ribbon of moonlight over the purple moor
And the highwayman came riding, riding, riding,
The highwayman came riding, up to the old inn-door.

bir karanlık seliydi rüzgar fırtınalı ağaçlar arasında
hayalet bir gemiydi ay bulutlu denizlere atılan
yol bir ayışığı şeridiydi eflatun çalılıkların ortasında
ve geldi eşkiya atını sürerek
eşkiya atını sürerek geldi eski han kapısına

***

He'd a French cocked hat on his forehead, a bunch of lace at his chin,
A coat of claret velvet, and breeches of brown doe-skin;
They fitted with never a wrinkle; his boots were up to the thigh!
And he rode with a jewelled twinkle,
His pistol butts a-twinkle,
His rapier hilt a-twinkle, under the jewelled sky.

alnında bir fransız şapka, ve çenesinde bir topak bağcığı vardı
bordo kadifeden bir paltosu, ve kahverengi geyik derisinden bir pantolonu
kırışık değildi hiçbiri, ve botları ta kalçasında!
elmaslar gibi parlayarak sürdü atını,
silahının kabzası parladı,
kılıcının sapı parladı elmaslar gibi göğün altında

***

Over the cobbles he clattered and clashed in the dark innyard,
And he tapped with his whip on the shutters, but all was locked and barred;
He whistled a tune to the window, and who should be waiting there
But the landlord's black-eyed daughter,
The landlord's red-lipped daughter,
Plaiting a dark red love-knot into her long black hair.

kaldırımların üzerinde patırdadı ve gümbürdedi hana bitişik karanlık arazide
ve kırbacını vurdu kepenklere, ama kitliydi demir parmaklıklar;
pencerenin önünde bir melodi haykırdı ıslığıyla, ve tam da orada
hancının kara gözlü kızı,
hancının kızıl dudaklı kızı,
uzun siyah saçının içine koyu kızıl bir aşk düğümü örüyordu…

***

"One kiss, my bonny sweetheart, I'm after a prize tonight,
But I shall be back with the yellow gold before the morning light;
Yet if they press me sharply, and harry me through the day,
Then look for me by the moonlight, watch for me by the moonlight,
I'll come to thee by the moonlight, though hell shall bar the way.

“tek bir öpücük, benim güzel sevdiğim, bu gece bir ödül peşindeyim,
ama altın sarıları içinde dönebilecek miyim sabah ışığından önce,
ve çok da sıkıp zorlarlarsa beni, acele et,
sonra beni ayışığında ara, bekle ayışığında,
yolları kapasa da cehennem, sana geleceğim ayışığında”

***

He rose upright in the stirrups; he scarce could reach her hand
But she loosened her hair in the casement! His face burnt like a brand
As the black cascade of the perfume came tumbling over his breast;
And he kissed its waves in the moonlight,
(Oh, sweet waves in the moonlight!)
He tugged at his rein in the moonlight, and galloped away to the west.

veda kadehine uzandığında zorlukla değebildi onun eline
ama o saçlarını çözdü pencerede! alevler belirdi yüzünde
kapkara akarken kokusu gerdanından yuvarlanıp
o dalgaları öptü ayışığında,
ah o güzel dalgaları ayışığında!
ve asıldı dizginlere ayışığında, ve batıya sürdü dörtnala.

***

He did not come at the dawning; he did not come at noon,
And out of the tawny sunset, before the rise o' the moon,
When the road was a gypsy's ribbon, looping the purple moor,
A red-coat troop came marching, marching, marching
King George's men came marching, up to the old inn-door.

seher vakti gelmedi, gelmedi öğle vakti,
ve ay yükselmeden, koyu günışığında
yol bir çingene şeridi olduğunda, çalılıkları düğümleyerek
uygun adımlarla geldi kızıl paltolu bir ordu, uygun adımlarla
kralın adamları geldi uygun adımlarla, eski han kapısına

***

They said no word to the landlord, they drank his ale instead,
But they gagged his daughter and bound her to the foot of her narrow bed;
Two of them knelt at the casement, with muskets at their side!
there was death at every window, hell at one dark window;
For Bess could see, through the casement,
The road that he would ride.

tek kelime etmediler hancıya, biralarını içtiler
ama kızını alıp ağzını tıkadılar, bağladılar onu dar yatağın ayaklarına,
içlerinden ikisi durdu pencere parmaklığında, ellerinde mavzer
her penceredeydi ölüm, cehennem bir karanlık pencerede,
Bess’in görebildiğiyse o parmaklıklardan
o’nun geleceği yoldu atıyla

***

They had tied her up to attention, with many a sniggering jest;
They had bound a musket beside her, with the barrel beneath her breast!
"now keep good watch!" And they kissed her.
She heard the dead man say
"Look for me by the moonlight, watch for me by the moonlight
I'll come to thee by the moonlight, though hell shall bar the way!"

gözler önünde bağladılar onu, bıyık altından gülüşlerle
yanıbaşına bir mavzer koydular, namlu tam göğsünün dibinde
şimdi iyi izle, diyip öptüler onu,
ölü adamın konuşmasını duydu o an,
“beni ayışığında ara, bekle ayışığında,
yolları kapasa da cehennem, sana geleceğim ayışığında”

***

She twisted her hands behind her, but all the knots held good!
She writhed her hands till her fingers were wet with sweat or blood!
They stretched and strained in the darkness and the hours crawled by like years!
Till, now, on the stroke of midnight, cold, on the stroke of midnight,
The tip of one finger touched it! The trigger at least was hers!

arkadan büküverdi ellerini, ama düğümler çok sıkıydı,
acıdan kıvrandı elleri, parmakları kan ter içinde,
karanlığa bağlayıp sıkıca düğümlediler onu, saatler yıllar gibi!
ta ki, şimdi, ayışığı düştüğünde, soğukta, ayışığı düştüğünde,
bir parmak hafifçe dokundu ona, en azından hissetti bunu!

***

Tlot-tlot! Had they heard it? The horses hoofs ring clear
Tlot-tlot, in the distance! Were they deaf that they did not hear?
Down the ribbon of moonlight, over the brow of the hill,
The highwayman came riding, riding, riding!
The red-coats looked to their priming!
She stood up straight and still!

şşt! şşt! duydular mı ki? atların toynakları gıcırdıyor!
şşt! şşt! uzaktalar! sağır mıydılar ki duymadılar?
aşağıda ayışığının yolunda, tepenin yamacında,
geldi eşkıya atını sürerek!
kızıl paltolular hazırdı!
kız durdu öylece hareketsiz, boş…

***

Tlot in the frosty silence! Tlot, in the echoing night!
Nearer he came and nearer! Her face was like a light!
Her eyes grew wide for a moment! She drew one last deep breath,
Then her finger moved in the moonlight, her musket shattered the moonlight,
Shattered her breast in the moonlight and warned him with her death.

şşt! buz gibi bir sessizlikte! sessiz! yankılanan gecede!
geldi daha da yakına, geldi atıyla, kızın yüzü sanki bir ışık,
gözleri parıldadı bir an! son bir derin nefes,
parmaklarını kıpırdattı ayışığında, mavzeri kırıp geçti ayışığını,
böğrünü delip geçti ayışığında, koklattı ölümü ona.

***

He turned; he spurred to the west; he did not know she stood
bowed, with her head o'er the musket, drenched with her own red blood!
Not till the dawn he heard it; his face grew grey to hear
How Bess, the landlord's daughter, the landlord's black-eyed daughter,
Had watched for her love in the moonlight, and died in the darkness there.

mahmuzladı atını batıya, döndü, yok, kızın dayandığını bilmiyordu
boyun eğdi kız mavzerin üzerinden, kendi kızıl kanıyla kaldı!
sehere kadar haberi olmadı kızdan, yüzü kırlaştı beklemekten
nasıl Bess, hancının kızı, hancının kara gözlü kızı,
aşkını aradı ayşığında, ve karanlıkta öylece öldü.

***

And back, he spurred like a madman, shrieking a curse to the sky
With the white road smoking behind him and his rapier brandished high!
Blood-red were the spurs in the golden noon; wine-red was his velvet coat,
when they shot him down on the highway, down like a dog on the highway,
And he lay in his blood on the highway, with the bunch of lace at his throat.

döndüğünde delirmiş gibiydi, bir feryat yolladı göklere
ardında patikada beyaz bir sis, kılıcı parlar hala!
kan kızıl mahmuzlar, altın sarısı öğle vakti, şarap kızılı kadife paltosu
onu vurduklarında patikada, bir köpek gibi patikada,
boğazında bir topak bağcığı vardı, kanıyla yere yığılırken patikada

***

Still of a winter's night, they say, when the wind is in the trees,
When the moon is a ghostly galleon, tossed upon the cloudy seas,
When the road is a ribbon of moonlight over the purple moor,
A highwayman comes riding, riding, riding,
A highwayman comes riding, up to the old inn-door.

derler ki hala, ne zaman bir kış gecesi rüzgar ağaçlarda,
ne zaman ay bir hayalet gemi, bulutlu denizlere atılan,
ne zaman bir ayışığı şeridiyse yol eflatun çalılıkların ortasında,
bir eşkiya gelir atını sürerek,
bir eşkiya gelir atını sürerek eski han kapısına…

4 Aralık 2010 Cumartesi

Disconnectus Erectus*, Modern Birey



Karanlıktır. Yalnızdır. Çevrede bakacak çok bir şey yoktur. Baksa da göremeyeceğinin farkında değilken, bu gerçeğe odaklanır. Çevrede bakacak bir şey yok. Çevresi kalabalıklaştıkça yalnızlaşır.

“Size sözümün eri olduğumu nasıl anlatsam? Biletçi dediğim zaman biletçi, reisicumhurbaşkanı dediğim zaman da reisicumhurbaşkanı demek istediğimi, yalnız onu dediğimi, başka hiçbir şey kastetmediğimi belirtmenin hiçbir yolu yok mu?”

Bir sigara yakar. Bazen onu kül tablasında unutur. Sigaranın onu ondan önce unuttuğunu fark etmeden. Camı kapatır. Havanın soğuduğunu fark etmeden. Çevrede cam vardır. Farkındalıkları göz ardı etme hastalığına yakalamıştır disconnectus erectus, fazla farkında olmanın sonucu.

"Senin ne işin vardı onlar arasında.. Hiç bir işim yoktu.. Bu yüzden sevmezlerdi seni işte.. Bu yüzden aldırmadılar sana.. Söylesene senin ne işin vardı onlar arasında..”

Disconnectus Erectus insan tipi çok eski değildir. Tarihi, en fazla bir önceki yüzyıl başlarına dayanır. Modernleşen dünya yaratmıştır onu. Var olmak onun elinde olmadığı gibi böyle olmak da onun elinde değildir. Ne onun elindedir?

“Eller boşta kalıyor, tutunamıyorlar toprağa, anlatamıyorlar anlatılmayanı.”

Modernleşmek, bugünkü anlamda “Batılılaşmak” ya da “çağdaşlaşmak” değildir. Kelime anlamı “şu an”dır “modern”in. Modernizm ise 20. yüzyıl başlarında, teknolojileşme ve endüstrileşmenin mekanize ettiği, küresel savaşların derinden sarstığı toplumun ürettiği sanatsal ve düşünsel akıma verilen addır. Modern birey de yarattığı dünyası içerisinde yalnızlaşan, toplumdan uzaklaşan, bu uzaklaşma ile derin sarsılmalara sürüklenen, hayatın anlamsız olduğunu düşünen ve amaçsızlaşan bireydir.

Sayıları fazla değildir. Çevrelerindekiler onları anladıklarını düşünürler önce, hatta bazen kendilerinin de onlardan olabileceklerini. Ama eninde sonunda da deli olduklarına kanaat getirirler onların. Sigarası sönmüştür. Disconnectus Erectus insan tipinin modern çağ dünyasına ayak uydurması mümkün değildir. Dış görünüşleri diğer insanlarınkilerle aynı da olsa onlar hamurlarının farklı olduğunu düşünür.

“Yaklaşmaz hiçbir güzellik, doğduğu günden beri kalbinde bir delik, almak için bütün sızıları içine.”

“Tutunamayanlar”, disconnectus erectusların destanıdır. Oğuz Atay’ın 1971’de yayınlanan bu eseri, tutunamayan birey kavramını destansı bir dille anlatır. Gerçi sadece destan demek azdır bu kitaba. 724 sayfalık bir şiir, bir şarkı ya da bir ansiklopedi bile denebilir. İşte bu destan boyunca anlatılır tutunamayanların hikayesi.

"O zamanlar Olric yoktu daha. O zamanlar Turgut'un kafası bu kadar karışık değildi"

Olric’lerini kendi yaratır disconnectus erectus. Konuşur onlarla. Yalnızlığını azalttığını sandıkça yalnızlaşır. Diğer tutunamayanlara ağlar...

“Neden, geçirdiği her dakikanın hesabını sordun, içini ezdin? Neden, korkuyu göğsünden çekip almadın? Neden, suçluluk duygusunu üzerinden atmasına yardım etmedin?”

Aşktan korkar, aşkın onu yoketmesinden... Unutur noktalama işaretlerini.

"... beni bir gün unutacaksan bir gün bırakıp gideceksen boşuna yorma derdi boş yere mağaramdan çıkarma beni alışkanlıklarımı özellikle yalnızlığa alışkanlığımı kaybettirme..."

Belki disconnectus erectus mahkumdu yalnızlığa. Sigarasını tekrar yakmaya çalıştı. Acıdı dudakları. Ayağa kalktı. Gözünde bir karartı. Duvara, tutunamadı.


*Tutunamayan

2 Kasım 2010 Salı

On Adımda Camus


1
Dünyanın saçmalığı nerede? Bu parıltıda mı, yoksa onun yokluğunu düşünmemde mi?

Saçmalık olarak adlandırılan, parıltı değil karanlıktır. Karanlık parıltıyla birleştiğinde alacakaranlık oluşur. Aslolan ise saçmalıktır, çünkü saçmalıklar üzerine vuran parıltılar, yani karanlık üzerindeki güneşler geçicidir. Karanlık daima değişmekten olan bir resmin arka planı gibidir. Parıltının yokluğunu düşünmek budur: Parıltı değişken ve geçicidir. Karanlık ise daima aynı ve kalıcı.


2
Kafamdaki bunca güneşlere karşın, neden saçmadan, karanlıktan yana gittim? Çevremde herkes şaşıyor buna; ben de şaşıyorum bazen. Şöyle diyebilirim onlara ve kendime: Güneşin kendisi götürdü beni karanlığa; öylesine kalındı ki aydınlığı, evreni bütün biçimleriyle pıhtılaştırıyor, bir karanlık parıltıya boğuyordu.

Güneşi takip etmenin sonu karanlıktır. Çünkü güneş geçici bir parıltıdır. Bu yüzden, takip edilen her parıltının sonu karanlık olacak ve güneşler karanlıklara götürmeye devam edecektir. Güneşin yarattığı boğucu ve yanıltıcı aydınlığın evreni karanlık bir parıltıya boğması ise, tüm parıltıların ardında gerçek bir karanlık olmasındandır, bu sebeple, aydınlık ne kadar kalın olursa, ardından gelen karanlıkta gözbebekleri o denli büyüyecektir.


3
Ama, bu başka türlü de söylenebilir. İsterdim ki, bu alacakaranlık - ki benim için, her zaman gerçeğin ta kendisidir - karşısında, kendimi rahatça anlatayım.

Gerçeklik olan alacakaranlık karşısında kendini anlatma eylemi özgürce yazma ve konuşma eylemidir. Karanlıktan bahsetmek, parıltıların geçiciliğinden ve yanıltıcılığından bahsetmek, bizi güneşin kendisinin götürdüğü alacakaranlıktan konuşmak, gerçeğin ta kendisidir.


4
Bu alacakaranlığı, dünyanın bu saçmalığını öylesine biliyorum ki, ondan kabaca konuşulmasına dayanamıyorum.

İyi gözlemci arka planı iyi bilir. Arka plandaki alacakaranlığı, yani evrenin esas gerçekliğini bilmek, sıradan konuşmaları katlanılmaz hale getirebilir. Çünkü aslolan hakkında konuşmak varken, geçici bir güneş hakkında konuşmak, geçicidir. Veya, alacakaranlıktan gelişigüzel bahsetmek onun esas büyüklüğünü göz ardı etmektir.


5
Aslında, alacakaranlıktan konuşmak bizi güneşin ta kendisine götürecektir.

Neden trajediler, komedilerden daha derin ve unutulmaz izler bırakır? Güneşten bahsetmek, sahip olunamayan bir şey hakkında çene yormaktır. Fakat, alacakaranlıktan, gerçeklikten, her zaman sahip olunan öz’den bahsetmek, bunu anlamak, güneşin, parıltının, aydınlığın da ne olduğunu anlamayı sağlayacaktır. Trajedinin öz’ü budur. Karanlığın öz’ü budur. Düşüş’ün öz’ü budur.


6
Kimse ne olduğunu söyleyemez. Ama, ne olmadığını söylediği olur. İstiyorlar ki, arayan adam, neyi bulduğunu söylesin.

Olduğunu ya da bulduğunu söylersen, olmadığını ya da bulmadığını söylemiş olursun. Ne istenirse istensin.


7
Bin ağızdan ona neyi bulduğunu söylerler. Ama, kendisi, daha bulamadığını bilir.

Nereden bilirler ki neyi bulduğumu ben daha bulamamış isem? Aramak süreci, belki de, sonsuz bir süreçtir. Sonlandığı noktadan önce bu sürecin bittiği söylenemeyeceğine göre ne bulunduğu da söylenemeyecektir, hiçlik olmadığı sürece.


8
Diyeceksiniz ki, sen ara ve bırak birileri, onlar konuşsun. Doğru. Ama uzaktan uzağa insanın kendini savunması da gerek.

Gerek.


9
Ben neyi aradığımı biliyorum, onu ürke ürke adlandırıyorum, o değil diyorum, odur diyorum, ileri varıyorum, geriliyorum. Ama, zorluyorlar beni, bulduklarının adını ver, adını ver, kestir at, diyorlar bana. Şahlanıyorum o zaman.

O değil demek, odur demek, ileri varmak, gerilmek… Adlandırmaktan kaçınmaktır. Ne bulduğumu söyleyemem ben, yaşadığımı anlatmış olurum, anlatırsam, adlandırırsam ne olur o zaman? Neden zorlarlar? Neden bulunanı adlandırmak zorunda, kavramlaştırmak zorunda kalırız? Şahlanmak?


10
Bir şey, adı konduğu anda yitirilmiş değil midir? İşte, hiç olmazsa bunu söyleyebiliyorum.

Camus’yü yitirdik.

29 Ekim 2010 Cuma

Onuncu Gün*




Camda lekeler var. Hafta sonu yağan yağmurdan kalmış olsa gerek. Bu lekeler olmasa, alt cadde daha iyi seçilebilecek. Gösterişli yer, ışıkları gözünü alıyor insanın. Şu İstiklal Caddesi hayatıma girdi gireli ne kadar da umarsızlaştım. Camı silmek lazım…
 
Masayı toplamışsın, sağol…”

Hâlbuki masa dağınık, ne de olsa benim masam. Cam kenarında olması da, çalışırken ayrı bir dalıp gitme nedeni üstelik. Soğudum masamdan! Her zaman buruşmuş kâğıtlar, karalanmış kâğıtlar, yazısız kâğıtlar, masada hep kâğıtlar, hep bir cetvel masada, hep birkaç cetvel, hep pergel, hep çizim, hep çizim, hep çizim Sonra boş bir fincan olurdu akşamdan- gerçi son günlerde bir Kavaklıdere şişesi oluyor- ve toz var masada, cam bir parmak aralık kalmış.

Camı kapatmamışsın? Hâlbuki cam kapatılırdı normalde akşamları. Ah şu ayazı İstanbulun, alışamadım!, babam hep derdi güzelim İzmir bırakılır da gidilir mi İstanbul batağına diye Babamın bu sözleri söylediği evde kim bilir şimdi kimler oturuyor? Bayraklı, güzel yerdi Evimiz eskiydi, belki biraz da küçüktü ama iyi manzarası vardı. Bir sigara yakmak lazım

Şu aynadaki yüz Mimarlık okumak mı yıprattı beni? İstanbul mu uzattı bu sakalları? Neden sigara içiyorum ki dokuz gündür? Başım çok ağrıyor

Menkıbe Teyze seni aradı geçen, söylemiştim değil mi? Hani şu Manav kuyuda oturan…”

Ne çenesi düşük kadındı Menkıbe Teyze! Annemi arar, saatlerce kocasını çekiştirirdi. Annemle babam hayattayken   onun   evine   hiç   gidemediler. Onunla ilgili hatırladığım tek olay, bir kış gecesi geçmişti. Yanılmıyorsam sene 998 idi, tabii, liseye  yeni   başlamıştım.   Kadın   İstanbulu, anneannemi arayacağına bizim evin numarasını çevirmiş, anneannem diye annemle uzun uzun konuşmuş, annem de anneannemin ağzından kendi   kendini   çekiştirmişti.   Ne  gülmüştük! Kadıncağız kim bilir daha sonra anneannemi aradığında nasıl toparlamıştı cümleleri. Menkıbe Teyze,    anneannemin    ahizesini    en    çok eskitenlerdendi. İşte o ahize karşımda şu an ve evdeki  her şey gibi  o  da tozlu  tam  dokuz gündür

Bankadaki para suyunu çekti anneanne, senin altın dişleri satmasaydık açtık bugün.

Telefon çalıyor. Konuşacak halim yok, sen bakacaksan bak. Ne de uzun çaldı mübarek, kimse bu arayan? Bir daha çalarsa açayım bari

Alo? Yalnız mısın? Sinan’ın sesi bu, diyaloglarda hemen esas konuya girer.

Yalnızım, neden? Sinan sınıfın en sessizlerinden ve benim ender anlaşabildiğim çocuklardan biri.

Gökkuşağı’ndayım ben, çizim ödevini bitiremedim, kafam bozuk, gel takılalım biraz.
 
Sinan içerse yalnız içerdi, hele de Gökkuşağı gibi onun evine uzak bir barda ve gecenin on bir buçuğunda
Yapılacak çok iş var. Daha taslağa başlamadım bile. Evi toplamalıyım. Dersim sabahın köründe ve benim gözümden uyku akıyor. Üzgünüm..

Merakıma neden yenik düşmediğimi tam olarak bilmiyorum ama merak ve evde kalmak arasında telefonu kapattıktan sonra bile gidip geldim. Sanırım yeni bir şişe daha açma vakti

Pek uykum yok bu gece, konuşalım mı biraz? Yine cevap gelmedi. Uyudu mu ki? Anneannemin en sevdiği yemenisini ceketimin iç cebine sıkıştırdım, kaç gündür okuldayken çıkarıp çıkarıp kokluyorum. Gidip bir bakayım bari. Hala ses yok

“İyi geceler sultanım, üstünü örttüm, merak etme. Duymuyor beni, çoktan dalmış olmalı. Elleri çok üşümemiş ama benimkilere oranla daha soğuk gibi. Ellerini öpüp çektim kapısını. Bana kalan tek varlık ailemden. Ben de ona

Şu Sinan Garip çocuktu ama bu akşamki telefonundan daha garip bir olay anımsamıyorum onun hakkında. Bir daha da aramadı. Ne şaşırıyorum ki? Sinan’ın da ısrar etmesini bekleyemezdim ya! Geçen sene o beklemediği halde ona oldukça faydam dokunmuştu. Ne de olsa sıra arkadaşım Sinan. Tabii ben de karşılık beklemedim. Gelmedi de Bilemiyorum ama yine de Sinan diğerlerine oranla daha iyi gibi Bir de şu aramasının sırrını çözebilsem

Bir ses, kapı tıklanıyor. Sık rastlanan bir şey değil bu. Ara bir sokak, eski bir apartmanın tavan arası, adres sormak için çok uygunsuz bir yer. Peki, kim bu? Kapıyı açacaksam, geç açmamam   gerek.   Açmayacaksam    

Ama nasıl? Sokaktan bakınca evde ışık yandığı görülebiliyor bir kere. Anneanneme bakmalıyım, çabuk. Tam da şarabımı yeni açmışken ne bu şimdi? Saçlarını okşadım onun ve kilitledim kapısını. İyi ki de cam aralık kalmış. Yine kapı… Omzum ve dirseğim arasındaki tüylerin dikleştiğini hissettim. Koşarken ayak parmağımdaki yara yine sızlamaya başladı.

Kim o?

Ben Sinan. Niye açmıyorsun kaç saattir? Bir sorunum var, konuşmalıyız.

Artık kapıyı açıp açmama kararı vermek için çok geç bir anda olduğumu fark etmiştim. Sinan’ın gözleri doluydu, boş bir şekilde bana bakıyordu. Merakıma bu kez yenilmem ve ileri atılmamla Sinan’ın solunda merdiven başında bekleyen takım elbiseli şişman adamın bir sivil polis olduğunu anlamam çok uzun sürmedi.

Evde bir ceset gizlediğiniz tespit edildi, hem de tam dokuz gündür!

Durduğum nokta cevap verebilmeye, hatta hareket edebilmeye çok uzaktı içeriden bir kapı kırılma sesi duyduğumda

“Ölmedi o!
 
İlk kez sessiz bir çığlık atmıştım. Onun bana hep attığı gibi. Her gece eve döndüğümde, geç kaldığımı, derslerimi aksattığımı tokat gibi yüzüme vuran anneannemi yıllardır önemsemedim, anlamadım, nedenlerin farkına varamadım, o vardı, ben yokmuş gibi davrandım. Şimdi o başımın tacı dokuz gündür. Dokuz gündür o yok; ben varmış gibi davrandım. Evden çıkarken sadece iki yanımdaki polislerin farkındaydım

Yeşil yemeninin üzerindeki kan lekesini fark ettiğim günün üzerinden dokuz gün geçti. Anneanneni pek sevmezdin sen?

Oysa anneannem dokuz gündür benim bütün dünyamdı. Aslında daha önce de böyleydi de ben bunu dokuz gündür anlıyorum. Özgürlüğümü kısıtlayan, evde her akşam bana dırdır eden o çekilmez tiz sesini, monotonlaşan cümlelerini, özleyeceğim aklıma gelir miydi? Dokuz gündür o benim her şeyim

Bana iyilik mi yapmak istedin Sinan?

Susuyordu Üç altın diş, verem tedavisine yeter miydi acaba? İlla bunun mu olması gerekliydi?
Susuyordu


*Varlık Dergisi, Ocak 2005 sayısında yayınlanmıştır.