Yazmak istediğimi yazmıyorum. Sadece bir elin ne kadar soğuk olabileceğinden bahsetmek istiyorum ya da bir saç telinin ne kadar sıcak. Yazmak istediğimi yazmıyorum. Çünkü böyle olması gerekiyor. Çünkü bunu sokak köpekleri söylüyor. Sokak köpekleri, yağmur yağdığında daha sert basıyor toprağa. tüyleri seyreliyor, ağızları açılmıyor. Aslında bunu anlatmak için bize. Yazmamız gerekeni yazmamamız için.
Ben de öyle yapıyorum. aklıma geliyor, bir şiir söylüyorum, şairini bilmediğim. Aklıma geliyor, bir yazı yazıyorum, yazanını bilmediğim. Bir mektup yazacak oluyorum, aklıma gelmiyor. Ya da bir kâğıt aklıma geliyor, bir kalem bulamıyorum. böyle olur hep. Kirlenmek istediğinde kirlenip, temizlenmek istediğinde yine kirlenirsin. Ama ben yazmak istediğimi yazmayacaktım. Sokak köpeklerini anlatacaktım ya da sadece bir elin ne kadar soğuk olabileceğini. Böyle olur hep. Uğuldar gibi bir sessizlik, tatsızlığı tadarsın. HEP.
Mesela, yağmur yağdığında sokak köpekleri, mesela ben, yağmur yağdığında hep farklı bir hava duyumsarım dudaklarımda. Dudaklarımda duyumsarım en çok. Dudaklarımla duyumsarım. hangisi doğruysa artık. Mesela, bundan bir hafta önce, ya da iki hafta, ne fark eder, bir yağmur duyumsaması için sokağa çıkmıştım. Geceydi. Çok geceydi. Temizlenmek gibi bir niyetim de yoktu üstelik. Gece pek temiz olmuyor sokak. Her adımımın sesinde irkilecek kadar sessiz, her saç telim ürperecek kadar soğuk, ellerim uyuşacak kadar hissiz bir vakitti. Bir de boşluk. İşte bir de bu boşluğu yazacağım. Yazmak istediğimi değil. Çünkü böyle olması gerekiyor. Hemen oracıkta bir boşluk kıvrılıveriyor gecelere ne zaman sokağa çıksam. Elim boş, dolu, ne fark eder. Bir şeyler fark edecekse eğer, bu ellerimin uyuşmuş olması. Her adımımın sesinde irkilecek kadar sessiz adımlarken adımımın gölgesini ben basmadan asfalta haber eden beyaz sokak lambalarının altında, belki sokakta rüzgâr esiyor, belki, en yakın evde bir orospu sevişiyor bir orospu çocuğuyla, belki orası bir evden öte, bir yalnızlıkhane diyelim, hani olur ya insanlar dokundukça yalnızlaşırlar, dokunmadıkça boşlaşmaktan bıkıp, ta ki yalnızlaşılmayan dokunuşlar keşfedip dokunulacak tek bir zerrelerinin kalmadığını fark edene dek. Belki bu herkes için geçerli değil. Belki kimse için değil. Belki sadece uydurdum ben. Dedim ya zaten, yazmak istediğimi yazmıyorum. BÖYLE OLUR HEP.
Yalnızlıkhane, hoşbeşhane, koşkoşhane, oturkalkhane, oturyathane, yatyathanelerin arasında ilerlerken, ya da ben ilerlediğimi düşünürken sadece, yağmur yağmıyordu. Hava da tüm yıldızların uçkurunu gösterircesi açıktı. Banka oturdum. Bir sigara yaktım. Bu noktalarda klasik anlatım tarzlarına başvurmam, o noktalarda herhangi bir duyu algılamamdan ya da hiç düşünmememden değil, zaten düşünmesem o an, şu an yazmak istediğimi yazardım. Bu sadece, olay örgüsünü netleştirmeyi istememden. Yani benden. Sigaranın dumanı dalgalanmayacak kadar pürüzsüz yer çekiminin aksine giderken, ben, bu rüzgârsızlıktan habersiz düşünüyordum. Ne düşündüğüm çok da önemli değil. belki sokak köpekleri, belki uğuldar gibi bir sessizlik. Bank, normal insan kalçasına sahip üç kişinin rahatlıkla oturabileceği büyüklükteydi. Bu noktada “normal insan kalçası” veya “rahatlıkla oturabilmek” kavramları açıklık getirilmeyi beklese de, konu bu değil. konu, yazmak istediğimi yazmadığım ya da benim o bankta rahatlıkla değil de yanımda normal insan kalçasına sahip üç kişi varmış gibi sıkışarak oturmam. Tam olarak böyle oldu. sonra sigaradan bir nefes daha, sonra sekiz nefes daha ve sonra bankta yalnız olmadığımı fark edişim. Sözünü ettiğim yalnız olmamak, farazi üç normal insan kalçasının getirdiği bir kalabalık değil, yanımda dipdiri oturan etten kemikten kıyafetten ve daha aklıma gelmeyen pek çok somut veya somut araçtan oluşmuş bir insanın oturuyor oluşuyla ilgili. Bir insan. Erkek. Benim gibi. bir insan ve bir erkek olması benim gibilik ölçütünün hangi basamağında yer alıyor bilemem. Hatta buna çok da katılmıyorum aslında. Bence bir sokak köpeği o bir insan ve bir erkekten daha fazla sahip olabilir benim gibiliğe ya da bir boşluk, kıvrılıveren geceye. Ama konu bu değil. konu, bir elin ne kadar soğuk olabileceğini öğrenmek sadece. Belki o gece de amacım buydu ve bu yüzden şaşmamıştım gecenin en insansız saatinde, üç farazi insan kalçasını saymazsak, dakikalardır yalnız oturduğum banka, en ufak bir insan ya da dünyevi ses çıkarmadan ve varlığını bana belli etmeden gelip dipdiri oturabilen erkekinsanın yanımda olmasına. bu yüzden onunla konuşmadım. Konuşacağım da yoktu. Ama biliyordum, o konuşacaktı. O gece biz orada, o bankta, o adını bilmediğim, benden bir hayli kalın ve fazla giyimli, kahverengi giyimli, traşsız suratlı, kırışık alınlı, kır beyazı saçlı bu erkekinsanla konuşacaktık. Ama o başlayacaktı. Benim konuşasım olsaydı, odada kalırdım. Odada yalnızlıkla konuşurdum ağzımı kıpırdatma zahmetine katlanmadan üstelik. Ne kadar az kelime, o kadar iyi edebiyat. Odamı sigara dumanıyla edebiyata boyadım. Ama bunu o adama anlatamazdım. Bu yüzden konuşmayacaktım. Zaten konu bu değil. Konu, yazmak istediğimi yazmamam. Yazmak istediğimi yazmıyorum. Sadece bir elin ne kadar soğuk olabileceğinden bahsetmek istiyorum ya da bir saç telinin ne kadar sıcak. Yazmak istediğimi yazmıyorum. çünkü böyle olması gerekiyor. Çünkü bunu sokak köpekleri söylüyor. Ben de öyle yapıyorum. Aklıma geliyor bir öykü uyduruyorum, kahramanını bilmediğim. Aklıma geliyor bir yazı yazıyorum, konusunu bilmediğim. Bir yazı yazacak oluyorum konusunu bildiğim, aklıma gelmiyor. Bunu da o adama anlatamazdım. Zaten o da konuşmuyordu. İkinci sigaramı yakacak olduğumda bana ateşini uzattı. Bir yalnızlıkhaneden ya da bir oturkalkhaneden ya da bir yatmamacahaneden geldiğini o anda anladım. Eğer bir hoşbeşhaneden geliyor olsaydı mesela, ilk girişimi sessiz bir hareket değil, bir söz, bir seslenti olurdu ya da bu sadece benim düşüncem. Ama adamın sadece benim düşüncem olmadığına emindim. Bu konuda bir şüphem varsa, onun çakmağı benim sigaramı yaktığı anda bitmişti. İlk olarak “ateş”, şimdi “çakmak” kavramlarını kullanmam da adamın varlığını giderek somutlaştırmam içindi. Gerisini somut olmayan varlıklar düşünsün. Düşünebiliyorsa tabi onlar. Ama konu bu değil. Konu, benim aklıma geldiğinde tek bir kelimesini bile bilmediğim bir şiir söylemem. Hayır, bu da değildi. Ben yazmak istediğimi yazmayacaktım. Yazmıyorum da zaten. Adamdan bahsediyorum. O gece konuşacağımdan emin olduğum adamdan. Kaldı ki kaynağı onun çakmağı olan ateşin dumanı ciğerlerime –soyuttan somuta, somuttan somuta- varmıştı. Çevremizde pek de yeşil sayılmayan ağaçlar ve çoğunun yatyathaneler olduğunu düşündüğüm hanelerden başka pek de bir şey yoktu. En azından somut olarak. Biz vardık. Onunla ben bir cümlede birinci çoğul anlatımlı ve üç harfli bir özneye sığabilecek denli yakın, birbirine yakın olmayan ve dokunma mesafelerinden kaçarken sevişen insanları anlatmak için kullanılan o kelime kadar dört harfliydik. Aramızda geçecek ilk kelime kaç harfli olursa olsun. Belki de hiç Dostoyevski okumamıştı, belki Puşkin’in adını bile duymamıştı, ama bana yakındı. Bölme işlemlerinden arda kalan bölmesindeki sayılar gibi oturuyorduk. Kendimi anlatmıyorum. “Biz”dik. Çünkü yazmak istediğimi yazmıyorum. Belki bana hayatla ilgili bir soru soracaktı. Hayatla ilgili olmayan bir soru olmadığından olabilir mi? Belki soru sormayacaktı. Belki bana bir sokak köpeği kadar benzemediğinin bile farkındaydı. Belki gitmeliydi. Belki gelerek bile yanlış yapmıştı. Bu sadece öyle olması gerektiği için yaşanmıştı en klasik ağzın lafı gibi. Peki bu gerekliliği kim belirlemişti? Buna cevap vermezler. Gereksiz yere yaşantılardan kopan bir boşluk, geceye kıvrılan. Konu tam olarak bu. Yani, bir elin ne kadar soğuk olabileceği. Her şeyi rüzgârda üç dakika bekletip ne denli dayanabildiğine bakmak lazım belki. Rüzgâra kendini ne kadar salarsa o kadar çürük olan insanlardan kaçamadan yaşayıp rüzgâra tüküren insanlardandım belki. Belki bu da benim uydurmam. Çünkü böyle olur hep. Sokak köpekleri söyler ben yazarım. Aklıma gelir, yazamam. Aklıma gelir, unuturum. Belki bu yüzden yazmak istediğimi yazmıyorum. Belki onun soracağı soruya cevap hazırlıyorum. Belki de “belki”ler çoğaldığında susmak ve hiçbir şey yapmadan beklemek lazım. Beklemek. Belki ölene dek beklemek. belki ölmek. Ama ben bunu yapamıyorum. Çünkü böyle yapmamam gerekiyor. Bu gerekliliği kim mi sağlıyor? Dedim ya, sokak köpekleri. Bu yüzden yazıyorum aklıma gelmeyeni.
Kıpırdadı. Eğilip dirseklerini dizlerine yakın bir noktaya yasladı. Bana hiç bakmadı. Gözlerini hiç görmedim. İşte tam o anda onda gördüğüm bir renk düşüncelerimi düğümledi. Çözülmeleri belki üç saniyemi aldı. Hiç böyle olmamıştı. Düğümlenmeler hep anlıktı, boşluklar kalıcı. Konu bu. Boşluklardan alıkonduğum üç saniyede ne oldu bilmiyorum. Çözülmenin ardından onun yarısı görünen avuç içlerine tekrar baktım. Sol avuç içiydi. Benden tarafa olan eli. İki göz kırpması arasında geçen süreyi mümkün olduğunca uzatmıştı kaslarım. Avcunda kan vardı. Gördüğüm renk kırmızı, bakışlarım siyahtı. İki rengin birbirine neden yakıştığını anladığın anda damağında bir tat duyarsın anlık. O an bile geçmişti. Kan, kuru değil, aksine çok canlıydı. Rüzgâr olsa ya da ne bileyim, elini az oynatsa kan kıpırdayacaktı. Peki, bu kimin kanıydı? Ellerinin kuruluğuna inat boşalan onun kanıysa eğer kanayan hangi teniydi? Elleri ve başı hariç görünen bir yeri de yoktu. Ama emindim, kan elinden gelmiyordu. Elinde bir kesik, bir açıklık, bir boşluk –konu bu- yoktu. Eğer yazmak istediğimi yazıyor olsaydım, tam da burada konuyu değiştirirdim. Çünkü kan, üzerine konuşulacak kadar ucuz bir varlık değil. Hatta ondan gelişigüzel konuşulmasına katlanamıyorum. Diyorum ya, alacakaranlık, diyor ya Camus, diyorum ya sadece giden yolun geçtiği yer bu karanlık. Hayır, halen yazmak istediklerimi yazmıyorum. Adamın elindeki kanı yazıyorum. Kan nasıl yazılırsa. Kana bakıp duruyorum. Kan, adamın kanı olmayabilir. Şeytan diyor ki, hangi erkekinsanın üzerinde başkasının kanı yok ki? Ben de yok diyorum. Bir kadıninsanın kanını görmüşsem eğer bu kan o istemeden akan bir kan oldu. Bir kadıninsanın akmasından mutlu olacağı belki de genel anlamda tek kanamayı ben olmadan yaşaması boğuşuyor benle saçlarımın üşümesinde. Ama konu bu değil. şeytana sus diyorum. Hayır, kan sembolik değil. Gerçek, kırmızı, sıvı, somut kan. Sembolik değil. Dedim ya, yazmak istediğimi yazmıyorum. Hem konu bu değil. Belki bir katille aynı bankta oturuyorum. Belki polis onu arıyor. Belki bir cinayetten haberi olan ilk kişiyim. Daha da ötesi, belki bir katille “biz” olacak kadar üç harfli, bölme işleminin kalanhanesini paylaşacak kadar yakın oldum. Belki öldürdüğü insan hala sıcak. Belki de öldürdüğü insanlar. Belki de böyle bir şey yok. Hep yaptığım gibi, uyduruyorum ben. Uyduruyorum demişken, o anda hissettiğim konuyla bir o kadar ilgisiz ve bir o kadar da kaynağını sadece bu konudan alan bir gerçekle ürperdim. Korkmuyordum. Gecenin en insansız vaktinde bir katil olasılığı aday adaylığı tarafımca onaylanmış eli kanlı bir erkekinsanla oturmaktan korkmuyordum. Sadece ürperiyordum. Bu korkmaktan bambaşka bir duyu. Ürpermek. Boşlukta ürpermek. Hep öyle olur ya da sokak köpekleri, hem de bana en benzeyenleri, böyle diyor. Hep. Çünkü ben yazmak istediğimi yazmıyorum. Sadece bir elin ne kadar soğuk olabileceğinden bahsetmek istiyorum ya da bir saç telinin ne kadar sıcak. Yazmak istediğimi yazmıyorum. Çünkü böyle olması gerekiyor. Çünkü bunu sokak köpekleri söylüyor. Ben de öyle yapıyorum. Aklıma geliyor, ürperiyorum. Bazen de ürperiyorum, aklıma hiçbir şey gelmiyor. Anlıyorum ki saç tellerim üşüyor ya bu kan onunsa? Onu kanatan kendi mi? Başka biri mi? Evet, somut olarak kanatmaktan bahsediyorum. Çünkü kanı görüyorum. Kan, nerede olursa olsun, bir canlıya aittir ve bu kanın tenin altında değil de tenin üzerinde olması ya da o tenden ayrı bir yerlerde olması o canlının acı çekmiş olduğuna işarettir. Bunun, bu acının her zaman somut olup olmadığından emin değilim. Kaldı ki eğer kanayan ya da kanamış olan oysa kanatma eylemini kendi gerçekleştirmiş olabilir, başkası gerçekleştirmiş olabilir ya da kendi kendini kanatmasını başkası sağlamış olabilir. bütün bunları düşünmem ve kanı görmem arasında geçen süre neredeyse toplamda sekiz saniyeyi buluyor ve bu sekiz saniye boyunca ürperti devam ediyor.
Aramızda geçen ilk kelime adım oluyor.
Bu noktada önemli olan da adımı söyleyenin kim olduğu. Ben mi, yoksa o mu? Eğer adımı söyleyen ben isem devreye mantıksızlık giriyor. Ya deliriyorum ya da bunu yapmamın mantıksal bir açıklamasını bulamayacak kadar kıvrılmışım gecenin boşluğuna. Ama konu bu değil. Bundan daha vahim bir olasılık var. Adımı onun söylemesi.
Doğru duyup duymamış olmanın tereddütüne düşmek genelde sözde kalan bir eylem. beş duyuya güvenilir diğerlerinin aksine. Duymuştum ve duyduğumdan emindim. En az bildiklerimden emin olmadığım kadar, diyebilirdim bir önceki cümlede, iki önceki cümlede sunduğum genelemeye dayanarak. Ama demedim. Demeyeceğim de.
Konu bu değil.
Bildiklerime ondan duyduğumda inanmam konu. Yere attığım ilk sigara izmaritinde de kan var. İkincide de var belki ben görmüyorum. Görmediğim için de inanmıyorum. O anda inandığım bir duyu varsa o da kıyafetlerimde kan oluşu.
Banktan kalkıyorum. Önüme bakarak ilerliyorum. Bu kez adımlarımın gölgesinin habercisi olan beyaz sokak lambaları önemli değil. Karanlık ve gece ön planda. Bu yüzden çok yakışıyor siyah kırmızıya. Gece kana. Meğer geldiğim yola üç damla kan bırakmışım. Ellerimi de üstüme silmişim üstelik.
Bıçağı cebimden çıkarıyorum. Bir dahaki yağmur duyumsaması için sokağa çıktığımda yağmur yağıyor olsun diyorum dudaklarımda sigara dumanın yer çekimi aksine ilerleyişini ve geri dönülmezlikleri ve değer olamamayı, anlaşılmaya, nefes almaya ve hatta ölmeye bile değer olmamayı duyumsarken ya da dudaklarımla duyumsarken. hangisi doğruysa artık.
Konu bu değil. Konu, arkama baktığımda bankın boş olması.
Konu, arkama bakmam.
Bir daha arkama bakmayacağım diyorum. Bir daha konunun dışına çıkmayacağım en azından. Hangisi olursa artık. Aklıma geliyor, gidiyor. Sembollerden ibaret kalıyorum. Ben sadece bir elin ne kadar soğuk olabileceğinden bahsettim ya da bir saç telinin ne kadar sıcak. BUNLAR YAZMAK İSTEDİKLERİM DEĞİL.
Yazdığınız öyküyü okudum.Dün gece okuduğumda iki farklı sesi aynı anda duyuyormuşum gibi geldi.Biri akıl, diğeri; yürek gibi.Hatta aradaki akıl yürütmeler biraz okuyucuya güvenmemek onu küçümsemek gibi geldi.Hatta iki kişi konuşuyormuş da biri saklanıyormuş; diğeri azarlıyor gibi.Daha çirkin şeyler de düşündüm de.İyi ki yazmamışım diyorum şimdi.Haksızlık etmekten cok korktuğum için.Altını hurdacıya götürsen hurda değeri biçer diye boşuna dememişler.
YanıtlaSilŞimdi okuduğumda neden değişti fikirlerim bilemiyorum.Çok yaratıcı fikirler kelimeler var bir kere.Orjinalliği burada belki de kurgudaki ‘diğer olan herşey’ sözcükleri ekonomik kullanarak tarif edilmiş.Bunun dışında olay kurgusu ve karakter taşımayan bir metin olmasına rağmen akıcı;bunu hareket eden kelimelrinze borçlusunuz.Bu klasik öykücülükten ayrılan bir yanı mı var bilemiyorum anlattığınız konuyla alakalı bilemiyorum.Nasıl yaptınız bilmiyorum ama sıkılmadım.
Eksik yok ama fazlalık var.Biraz daha kaleminize güvenin bence.Bu diğerlerine göre daha özel.Hatta çocuğunuz olabilir.Sancısı çekilmiş ve bedeli ödenmiş.Yanlızlık üzerine ne okuduğuysam biraz gevezelik olarak görmüşümdür,hatta zaman zaman samimiyetsiz bulmuşumdur.Dün şiirlerini yazıp yokeden birinden bahsetti biri.Utangaçlık mı acaba,paylaşmaya değer bulmamaktan mı acaba,hakkettiği değeri bulamayacağı endişesinden midir bilemedim.Anlaşılamamak olabilir.Okuyucuya güvenmek hem bir risk(rededilme) ve kendi yarattığı şeye sahip çıkma gerçek bir özgüvenle ilgili oluyor. Bunları paylaşmaksa çok büyük bir cesaret istiyor.Çıplak olmaya benziyor.İnsan içini herkese göstermek istemez heralde.
Neyseki bu öyküde içten olmayan bir şey yok.Tabi sadece yanlızlık yok bu metinde.Dün dilim varmadı söylemeye varoluşçu temaları var içinde, içim üşüdü ya, demeye.Bunlardan kaçmak için günbe gün mücadele eden insanlar var.Böyle metinlerle bağ kurmak herkese iyi gelmiyor belki de. Bunları okuduktan sonra yatağından kalkıp hayata devam edebilenler var.Mesela benim dinlemekten kaçındığım şarkılar var etkisi 48 saat sürüyor.İşim gücüm olduğunda dinleyemiyorum…
Dün söyleyemedim,ne kadar benzetme varsa benim içinden Cemal Süreyya’dan dizeler geçti.Bu da yanlış anlaşılır şimdi diye endişeleniyorum.Şarkıya eşlik etmek gibi duygudaşlık etmek istedim.Bu arada şiir havası var diyeceğim.Umarım bunu tekrarı olan şeylerden çıkarttığımı düşünüp beni aşağılamazsın.Bazı benzetmeler tam kıvamında kararında olmuş.Çok olunca resim oluyor,mekana kitleniyor,tanımlanır oluyor.Bazılarının klişelerden kaçınmak için olduğu çok belli,ya da anlatma telaşından oluyor.
Benden bu kadar…
Bir de benim öykü üzerine yaptığım yorumlar doğası gereğı subjeftif.Yaptığım eleştiriler belli standart ve kriterlere dayanmıyor.Kişisel beğenilerim üzerine yorumlar yaptım.Üzgünüm.İnsan ,gerçekliğe bir kez dokundu mu her keresinde onu değiştirir.Kırıcı olduysam affola,ilk paragrafta bir atasözüyle anlattığım şeyi Hayyam’ın rubailerinden biriyle Pekiştirmek isterim.’Dünya üç beş bilgisizin elinde, onlarca bilgi kendilerinde, üzülme eşek eşeği beğenir ,hayır var sana kötü demelerin de’(Nihat Doğan kişisine inat benim için hala değerli…ama yine de survivor da söylemeseydi iyiydi.)
Kimsin?
Sil