28 Ekim 2010 Perşembe

Temizlikçi*




Küçüklüğünde kar yağınca hiç üzülmez, aksine arkadaşları ve kardeşleriyle soba başında toplanıp oyun oynayabilecekleri için mutluluk duyardı. Zaten babası kış gelmeden önce Hozat'a iner, kış için gerekli olan odun-kömürü temin ederdi. Peki, şimdi? Kendi kızları neden üşüyorlardı? Üstelik büyük bir şehirdelerdi. Buna rağmen babaları neden odun-kömür alamıyordu? Bel kemiğinde sanki bir bıçak vardı...
Evlerinin olduğu sokağı güçlükle geçen Nebile Teyze, sola dönüp mahallenin manavının arka tarafnda kalan ve kendilerininki gibi iki göz olan bir evin ıslanmış tahta kapısını sağ elinin işaret parmağıyla üç kez tıklatıp önüne bakarak beklemeye koyuldu. O sırada manavdan ona bakan bir adamla göz göze geldi ama tanıyamadığı için başını başka yöne çevirmek zorunda kaldı.
"Buyur, içeri geç Nebile Hanım Teyze. Islanmışsın."
"Yok kızım. İşim acil. Bir ricam vardı." Asiye, Nebile Teyze'nin yıllardır alışveriş yaptığı manavın üçüncü karısıydı. Nebile Teyze, Asiye'nin annesinin köyden arkadaşıydı. Hatta uzaktan akrabaydılar.
"Hiç öyle şey olur mu? Gel, bir sıcak çay koyayım, için ısınır." Daha yirmili yaşlarının başında olan Asiye de annesinin tembihlediği gibi yardımsever davranmaya çalışıyordu Nebile Teyze'ye.
"Yok kızım." Nebile Teyze entarisinin eteklerinin yere değmesini engellemeye çalışırken acele ediyordu. “Temizliğe iniyorum şehre. Enişten iki aydır pra alamıyor kızım. Bir dolmuş parası verebilecek misin?” Neredeyse kızıyla aynı yaşta olan Asiye’den utanıyor, yüzüne değil yere bakıyordu, babasından çekinerek para isteyen küçük çocuklar gibi.
“Bak şimdi! Keşke dün isteseydin Nebile Teyze.” Asiye üzgün görünmeye çalışıyordu. “Dün akşam erzak aldık son paraya. Hiç kalmadı. Hiç!”
Nebile Teyze o sırada manavdan bir adamın onlara doğru yürüdüğünü fark etti. Kırlaşmaya başlamış saçları, gür bıyıkları ve her zamanki pembe gömleğiyle Manav Reşat’tı bu.
“Buyur Nebile Teyze; ne vardı?”
Asiye, Nebile Teyze’nin çekingenliğinin farknda olduğu için konuyu kendisi açıkladı. Manav Reşat cebinden çıkardığı bir beş milyonluğu Nebile Teyze’ye uzatıp, ilk karısından olma büyük oğluna Nebile Teyze’yi dolmuş durağına kadar bırakmasını tembihledi. Manavdan koşarak gelen çocuk, Nebile Teyze’nin bu yardımı ısrarla reddetmesi üzerine sevinerek dükkana geri döndü. Sarı saçlı ve uzun bacaklı oğlan Asiye’den büyük olmalydı.
“Haydi sana kolay gele Nebile Teyze. Karşıya gidiyorsan daha vereyim?” Manav Reşat, Nebile Teyze’yi sokağın sonuna kadar geçirirken, kadıncağızın gözlerinin önünde utanç ve pişmanlıktan hızla eve girip kapıyı kapatan Asiye’nin yüzü vardı.
“Yok oğlum. Erenköy’e kadar. Oradaki vergi dairesinde müdirelik yapan kadının evine gidiyorum temizliğe.”  Nebile Teyze artık yardım önerisi istemiyordu. Reşat geri döndükten sonra, karın yavaşlamasına sevinerek adımlarını sıklaştıran Nebile Teyze, boş sokaklardan geçip, dolmuşların işlediği caddeye ulaştı.
Dolmuşlar dolu geçiyordu. Başta bir önceki durağa yürümeye karar verse de, daha fazla yürürse çalışacak enerjisini de kaybedebileceğini düşündüğü için, sonradan vazgeçti. Bir dolmuşa binebildiğinde saat yedi buçuktu ve tam yirmi dakika beklemişti.
Dolmuşta en az on beş kişi vardı görebildiği kadarıyla. Arka koltuğu okul kıyafetli beş kadar genç kız doldurmuştu. Diğer insanların çoğu işlerine gidiyordu büyük olasılıkla. Belini cama yaslamaya çalıştı. Arka koltuktaki kızlardan birini kendi kızına benzetti. Yeşil gözleri ve başak sarısı saçları olan bu kız, belki de kendi kızı gibi lise son sınıfa gidiyordu. Belki de onun da iki gün içinde seksen milyon liralık sınav başvuru ücretini yatırması gerekiyordu. Ama, hayır... Kendi kızı olsa, bu yaşta bir kadına mutlaka kalkıp yer verirdi. Yorulmuştu bile. İki aydır onu eve mahkum eden şiddetli bel ağrısına şimdi bir de dolmuşun sıklıkla çalan kornasının neden olduğunu tahmin ettiği baş ağrısı eklenmişti. Beyni bir yumruk olmuş sıkılıyordu sanki.
“Şu köşede durur musun, evladım?”
Şoför cevap vermedi. Duymamış mıydı yoksa?
“Şoför bey oğlum!”
“Dur teyze, trafik var burada. İleriki köşede inersin.”
Yine yürüyecekti. Saat sekize on vardı ve önceki akşam telefonda Zerrin Hanım’ın verdiği saatte orada olması için on dakikası vardı. Kar yine hızlanmış, yürüyüşünü ağırlaştırmıştı. Geç kalmamalıydı oysa. İlk kez günlük kırk milyona çalışacaktı. Hep daha az paraya temizliğe gidiyordu. Bu kez her şeyi kusursuz yapmalıydı. Yoksa kızı Hasret, üniversiteye gidemeyecekti. O, okumalıydı. Kardeşleri değil belki ama Hasret mutlaka bir meslek sahibi olacaktı. Sağlık ocağındaki doktorların tavsiyesini dinlemeyip evden çıktığına değecekti bu iki gün. Yanından geçerken “Taze simit!” diye bağıran çocuğun sesiyle irkildi. Girmesi gereken apartmanın önündeydi.
“Tam çıkıyordum, bak çantam elimde. İki dakika sonra gelseydin kalırdın kapı önünde vallahi.”
Zerrin Hanım kapıyı açtığında, bu denli soğuk havada bile ne denli şık giyinilebileceğinin emsali gibi dururken, içeriye girmeye çalışan Nebile Teyze’ye değmemeye çalıştı.
“Kızımın odasına dokunmayacaksın.” Özel üniversitede olup da iki yıldır sınıfta kalan kızından bahsediyordu. Nebile Teyze bu kızla ne zaman konuşmaya çalışsa terslenmiş, hatta bazen aşağılanmıştı bile. “Camlar da geçen seferki gibi olmasın.” Ellerini hızla hareket ettirerek konuştukça Zerrin Hanım’ın uzun küpeleri parlıyordu. Renkli taşlar vardı küpelerinde. Zerrin Hanım, konuşurken Nebile Teyze’nin yüzüne bakmıyordu.
Öğleye doğru Nebile Teyze, karnının açlığını buzdolabında bulduğu peynir ve domatesle yatıştırmaya çalışırken, bel ağrısı dayanılmaz bir hal almıştı. O gün koridor, mutfak ve banyoyu temizleyecekti, ertesi gün de odalar ve salonu. Bu iki gün her şeyin yolunda gitmesi için sürekli dua ediyordu Nebile Teyze. Karnını doyurduktan sonra baş ağrısı biraz hafiflmişti.
Öğleden sonra halâ mutfaktaydı. Oysa bu vakte dek çoktan mutfak temizliğini bitirip, banyodaki küveti ovmaya başlamış olması gerekiyordu. Saate baktı. Zerrin Hanım’ın gelmesine iki saat vardı. Mutfak dolaplarının hepsi tertemiz olmuştu. Acaba Zerrin Hanım bu dolapların içindeki onca yemek takımını kullanıyor muydu? Kızlarına ayrı tabakta yemek verebilmeyi o kadar isterdi ki... Belinde ince bir sızı daha hissetti. Doğrulamadı.
Kül rengi bulutların altında buldu sonra kendini. Dere başındaydı. Dağlardan inen rüzgâr güzü hissettiriyordu. Paçalarını sıvayıp birkaç adım yürüdü dereye. Genç kızlığının saflığı üşüyordu ayak bileklerinde. Dereden çıkıp, örttü bacaklarını. Başını çevirip yukarı, yola baktı. Gelen geçen yoktu. Üç-beş yorgun serçe dallarda dinleniyordu. Nebile de onları izlemekten kendini alamadı. Bir türkü duydu sonra bilmediği bir yerden, daha önce hiç duymadığı bir sesten.
“Bir sandığım vardı sırmadan telden
Bir çift yavrum vardı tomurcuk gülden...”
Ağladı. Büyük şehre gitmek istemiyordu.
...
Nebile Teyze uyandığında, gözleri ıslaktı. Kendine kızarak sildi gözyaşlarını. Hasret... Aklına hemen kızı geldi salonun cilalı parkelerine küçük terlikleriyle basarken.
Tuvaleti deterjanlarken ellerine sinen kokunun ağzını ve burnunu kaşındırdığını hissetti. Eve gidip yemeği hazırladıktan sonra hemen yatacaktı. Bel ağrısı dayanılır gibi değildi. Böylesi acil bir durum olmasaydı asla evden çıkmazdı. “Kesintisiz istirahat” demişti ısrarla Doktor Necmi Bey. Nasıl dinlensin? Nasıl? Çatlamış ellerinde çizik çizik izleri eskimiş senelerin. Başını kaldırdı.
Banyoda bir kez daha hatırladı yorulduğunu. Duvara yaslandı. Yorulmamalıydı. Kulağında bir ses:
“Nasıl ayrılayım gül yüzlü yârdan”
...
Fayanslar parlıyordu. Banyoda her şey tam ve yerli yerindeydi. Zerrin Hanım’ın bakım malzemeleri, kremleri, çeşit çeşit şampuanları, kocasının traş takımları ve losyonları. Bazı eşyalarınsa neye yaradığını bilmiyordu Nebile Teyze. Eliyle başörtüsünün iki yanını düzeltip devam etti. Geç oluyordu.
Zerrin Hanım gelmesi gereken saatten yarım saat sonra, akşamüzeri beşte evin kapısını açtığında, Nebile Teyze sol eli belinin arkasında, bir bez tutan sağ eli lavabonun üzerindeki geniş aynada ve yüzü ağlamaklı bir halde ayakta duruyordu. Tahmininden çok daha fazla yorulmuş olmasına rağmen, çalışarak geçireceği iki günün neredeyse yarısına gelmiş olmasına seviniyordu.
“Biraz çabuk olursanız? Birazdan misafirlerim gelecek.” Evine üşümüş bir halde gelen Zerrin Hanım’ın burnunun ucu kıpkırmızıydı. Mutfaktaki birkaç tabağın yer değiştirmiş olmasından şikayet etmekle birlikte, daha öncekilere kıyasla çok daha az eleştirmişti o günkü temizliği. Zerrin Hanım bir kez daha çabuk olması gerektiğini hatırlattıktan sonra, salon tarafına geçmesini istemediğini söyleyip hızla arkasını döndü.
“Hoş geldiniz şekerim”
“Zerrin’ciğim pek şıkız bugün!”
“Yok canım, ne şıklığı Allah aşkına!”
Nebile Teyze içeride sohbete başlamış olan üç kadının neredeyse avizeleri şıngırdatacak şiddetle kahkahalarını duydukça seviniyor, belki Zerrin Hanım kırk milyondan fazla verir diye düşünüyordu. Keyfi yerinde olan Zerrin Hanım, belki misafirlerinin önünde hoş bir cömertlik sergileyecekti.
Nebile Teyze terliklerini şıkırdatmamadan yürümeye çalışarak koridora gelip, oradaki aynaya bakarak başörtüsünü düzeltti. İşi bitmişti. Bu yüzden bel kemiğini kesiliyormuşçasına acıtan şiddetli ağrıyı bile hissetmiyordu sanki. Fısıldaşmalar duydu.
“Ama haklı değil miyim Şerife’ciğim? Baksana, kadın halâ bitiremedi işini!”
“Ne diyeyim hayatım? Karar senin kararın.”
“Hem bu gelen kız daha yirmisinde bile değil. Bu kadından daha fazla çalışır, daha hızlı çalışır. Bakalım, yarın o gelecek. Neydi adı, unuttum. Kaç saat yalvardı kızcağız. Kocası benim yerimi biliyormuş, nereden duyduysa...”
“Peki, nasıl söyleyeceksin? Kadıncağız üzülür ayol. Yaşlı da...”
“Aman ne kadar üzülecek? Ne de olsa bir temizlikçi!”
Kapı o kadar usulca çekilmişti ki, duymadılar.
“Adı sanırım Asiye’ydi.”


*İşçi Öyküleri – Kadın İşçiler adlı kitapta yayınlandı. Hazırlayan Tuncer Uçarol, Genel-İş Yayınları, Ankara, Ocak 2007

1 yorum: